Kapısı gıcırdardı bizim bahçenin kendine özgü bir sesle. Öyle bir sesti ki bu; dedeme birilerinin izinsizce bahçeye girdiğini haber verirdi. Bu onun bilmesini istediğimiz en son şeydi.
Ondan duyduğumuz korku yüzünden, hiç tereddüt etmezdik iki metrelik duvarı bir celse de atlarken. Böylelikle alarma takılmadan hem bahçeye girer, hem de dedemin yıldırım gibi kükremesinden kurtulurduk o gün.
Sarmaşıklı duvarları, yosunlu göl taşlarıyla bizim bahçe en yeşil ve en huzurlu yeridir dünyanın. Bir kere içerideysen eğer şans eseri önüne bir- iki yılan, birkaç kertenkele yada komşuların kudurmuş köpekleri çıkmadıysa, korkulacak hiçbir şey yoktu orada.
Içeri atlar atlamaz ilk işimiz, paçalarımızı diz boyuna kadar iyice bir sıyırmaktı. Aksi takdirde kendi aptallığımız yüzünden akşama annelerimizden iyi bir dayak ısmarlamış olurduk. Sonra ceketlerimizi emektar ceviz ağacının kupkuru dallarına asar, çoraplarımızı da ayakkabılarımızın içine yerleştirdikten sonra tüm hazırlığı tamamlamış olurduk. Ucu bucağı görünmeyen bu bahçe bana ve kuzenim Bekir’e kesintisiz bir oyun aşkı vadederdi.
Bekir ve ben, koştura koştura bahçenin ortasına varır, sonra da bir aceleyle, Yılanlı Göl’ün hemen yanındaki armut ağacının en üstüne tırmanmaya başlardık. Bu yarışın galibi de her zaman ki gibi Bekir olacaktı, yine de o anın bir parçası olmak için, o heyecanı yeniden yaşamak için sanki ilk kez tırmanıyormuşum gibi sarılırdım ona, henüz meyvelerini bizimle paylaşmaya hazır olmayan canım dostuma.
Bu dost, o kadar misafirperverdir ki, bizleri taşırken somurttuğunu hiç hatırlamam. Kendimi onun kollarındayken sonsuz bir güvende hisseder, üzerinde kalabilmek için de yapmam gereken tek şeyin, kendimi onun kontrolüne bırakmak olduğunu bilirdim.
Tabi herkes bu eski dost kadar cömert değildi buralarda.
Onu ziyaretimiz sırasında, gökkuşağı tırtılların armut ağacının misafirliğinden pek de hoşlandığınıi söyleyemezdim. Biz gelir gelmez, onlar da çatlaklara yaptıkları yuvalara veda eder, beraberinde de bahar kelebeklerini de ikna ederlerdi. Buna bir kaç kez kendi gözlerimle şahit olmuştum bile.
Ben henüz 9 yaşındaydım. Bu yaşlarda bir başkasının evine izinsiz girmenin ne demek olduğunu bilmiyordum tabi, dedemin bahçesi hariç. O zamanlar, ayaklarımın altında neler ezdiğimin de hiç bir önemi yoktu! Nasılsa çocuktum henüz. O zamanlar sadece tek bir hedefim vardı; yukarı hem de en yukarı tırmanmalıydım!
Bekir, birkaç kıvrak hareketle ve kendisine duyduğu derin özgüven sayesinde benden birkaç dal yukarıya tırmanmıştı bile. Tüm hevesimle ve enerjimle en üste tırmanmaya çalıştım. Çevreme ve nereye ayak bastığıma çok dikkat etmiyor, sadece onu geçmek için elimden geldiğince hızlı davranmaya çalışıyordum. Ardından, birkaç dakika geçmeden kendimi ağacın en tepesinde bulmuştum. Nasıl olmuştu, ne zamandır Bekir’i geçmiştim, anlamamıştım. Başlangıçta çok da önemsemedim açıkçası. İlk kez bu kadar yukarıda yalnız başıma olmanın verdiği tanrısal keyfi yaşıyordum şimdi.
Birinci olmak için verdiğim mücadele hırsı o kadar büyüktü ki, az önce yanı başımda olan kuzenim Bekir’in tırmanmaya çalışırken aşağı düştüğünü görememiştim.
Önce etrafıma baktım, gözlerim Bekir’i arıyordu. Onu yanımda göremeyince en tepede bir başıma olmanın beni korkuttuğunu hissettim. Sanki kötü bir şeyler oluyordu. Önce kollarım sonra da tüm bedenim katı bir soğukla kaplanmaya başladı. Şimdi tek bir isteğim vardı. O an, aşağıda olmayı arzuluyordum.
“Bekir” diye seslendim önce. Bir süre bekledim “Bekir” dedim daha yüksek bir sesle, ancak geriye hiçbir ses işitmiyordum.
Ağacın dalları o kadar kaplamıştı ki her şeyi, Bekir’in aşağıda, ağacın dibinde yatan cansız bedenini ancak birkaç metre indikten sonra görebilmiştim. Kalbim göğsümü parçalarcasına büyüyor, kendimi aşağıya bırakmamak için daha fazla sarılıyordum emektarın kollarına. “Bekir” diyordum her defasında kelimeler boğazıma düğümlenirken. “Bekir!”
Bir telaşla, aşağı, yere doğru inmeye koyulmuştum. Birkaç metre kala, kendimi çayırlığın üzerine Bekir’in cansız duran bedeninin yanına bıraktım. Bir taraftan ona bakarken, diğer taraftan yerin, Bekir’in düşerken tutunmaya çalıştığı ağaç dallarıyla kaplı olduğunu gördüm. .
Tutunmaya çalışmıştı anlaşılan. Orada kalmak için uğraşmıştı. Ayağa kalktım, birkaç saniye öncesine kadar dost sandığım armut ağacını tekmelemeye başladım. “Neden bize ihanet ettin! Neden düşerken kucaklayıp saramadın onu!”
Ayak parmaklarımın uyuştuktan sonra, tekmelemeye ara verdim ve geriye, Bekir’in cansız bedenine yaklaştım. Onun yüzüne, donuk gözlerine bakıyordum sanki bana yaptığı şakaya inandığımı göstermek için. “Yeter artık, öldüğüne inanıyorum” diyordum titrek sesimle.
Dallar çarpmış olmalıydı yüzüne. Çizik doluydu her tarafı. Ne yapmam gerekiyordu ağlamaktan başka?
Birkaç kez dürtmeye çalıştım yerden aldığım dal parçasıyla. Hiçbir hayat belirtisi yoktu bedeninde. Ona dokunmaktan korkuyordum. O zamana kadar hiçbir ölüye dokunmamıştım!
Yanına yanaşıp kulağına fısıldadım: “Bekir, eve gidelim artık, akşam oluyor!”
Bekir karşılık vermeyince, birkaç dakika hiçbir şey yapmadan yanına uzandım ürkekçe. Ardından parmaklarımı yavaşça elinin üzerinde gezdirdim ve tüm cesaretimi toplayıp tuttum onun elini.
Gözlerim yaşarıyordu. Onun yanında daha önce hiç ağlamamıştım. Birlikte gökyüzünü seyretmeye koyulduk. Eskisi gibi bulutlardan yüzleri seçelim istiyordum. Ne olmak istediğimizi söyleyelim birbirimize, Bekir! Yeter ki bir şeyler söyle!
Ardından, annem akşam yemeğine koymak için bahçeye, nane toplamaya geldi. Annemin ayak sesleri yaklaştıkça, Bekir benden biraz daha uzaklaşıyordu.
İşte böyle geçirdim son 5 dakikamı onunla.