Yağmurlu bir sonbahar sabahıydı.
Plato evden koşar adım çıkarken yağmur henüz yağmaya başlamıştı. İlk önce geri dönüp şemsiyesini almayı düşündü hemen ardından onu dün eve girmeden önce yolda karşılaştığı evsiz adama verdiğini hatırladı.
Sağ elinde tuttuğu bir yığın sayfayı göğsüne bastırarak yürümeye uğraşırken diğer eliyle de onları giderek hızlanmakta olan yağmurdan korumak için ceketiyle örtmeye çalıştı.
Acelesi olduğu için ne kimseye selam veriyor ne de yanı başından geçen süratli arabaları dikkate alıyordu. İnsaniyete dair yüz fonksiyonlarını kaybetmiş Yahudi yayıncı en sonunda kendisine fırsat tanımış ve son iki yıldır üzerinde çalıştığı kitabı yayınlamak için Plato’yla sözleşmişti.
Kitabı basılmış yazarlar listesine dahil olacak olmanın verdiği prestij ve kendisine belki bir omur yetecek kadar maddiyat sağlayacak bu buluşmayı kaçırmak tam bir budalalık olurdu. Bu toplantı onun geleceğiydi.
Yoğun korna sesleri arasında, caddenin karşısına geçmek isterken, yağmur suyu ile dolmuş asfalttaki bir avuç çukur, sağ ayakkabısını yerinden çıkarıp yolun ortasında bırakıvermişti, ancak geri dönme lüksüne sahip olmadığı için önce bir süre sekerek sonra da çoraplarıyla ıslak zemine basarak koşmaya devam etti.
İki blok ötedeki yayıncıya daha çabuk ulaşabilmek için taksi tutmayı bile düşündü önce, ancak böyle yağmurlu bir günde boş bir taksi beklemenin ahmaklık olduğunu bildiği için yürümek en mantıklısıydı.
Düşünce deryasında yorulmuş zihni, gündelik hayatını ne derece olumlu etkiliyor tartışılırdı; ancak son günlerden giderek bulanık bir duygu ikliminde yaşıyordu.
Sanki avuçları arasında tuttuğu kitabın yazarı kendisi değil de bir başkasıydı. Daima tanıdık olan bir yüz, ancak hiçbir zaman tanışma fırsatı bulamamış iki insan.
Kendisine, düşüncelerine ve hayata dair duyduğu bu yabancılık durumu, kitabı bitmeye yakın daha bir artmıştı. Bu karnaval sona erdiğinde ise hat safhaya ulaşmış bir duygu kirliliği yaşıyordu. Bir pişmanlık ve değersiz hissetme durumuydu bu. Sonrasında ne olacak bilmiyordu. Prestij? Para?
Gerçekten tüm yazdıkları sadece bunlar için miydi?
Yolun karşı tarafında bulunan ofisin ışıklarının erkenden yanmış olduğunu görünce, yayıncının kendisini beklediğini anladı. Ofise yaklaştıkça taş bir sütun gibi dimdik duran adamın siluetinin cama yansıması, içine anlamlandıramadığı bir karamsarlık duygusu yerleşmesine sebep oldu.
Kendi dünyasını, hayallerini, sırlarını bu taş sütunla paylaşacaktı, onlara ihanet edeceğini düşündü. Bir sure midesi bulandı ve yolunda kenarındaki ıslak kaldırıma oturdu. Düşündü, düşündü… Sayfaları artık ceketiyle örtmüyordu. Aksine, şimdi onları üzerindeki yazıların akıp gitmesini istercesine havaya kaldırmış ve kaldırım dibindeki mazgaldan aşağı tek tek bıraktı onları, ta ki elinde hiçbir sayfa kalmayana kadar.
Yüzüne samimi bir gülümseme yerleşti. Ruhunun hafiflediğini gördü. Uzun zamandır kendisini bu kadar iyi hissetmemişti. Şimdi yazılması gereken yeni bir kitap kendisini bekliyordu.
Bir süre çevresini inceledi, ofisin camına yaslanmış, kendisine bakmakta olan yayıncıyla göz göze geldi. Onu eliyle selamladı ve yavaşça oradan uzaklaştı…