Pandemiden Sonra Kaz Dağları

Homeros’un ‘hayvanların anası, kaynağı bol, bin pınarlı İda’ olarak nitelendirdiği Kaz Dağlarına gidip de en çok insan eliyle yapılmış bir yeri beğenmek olsa olsa pandemi ile açıklanabilir.


Homeros’un ‘hayvanların anası, kaynağı bol, bin pınarlı İda’ olarak nitelendirdiği Kaz Dağlarına gidip de en çok insan eliyle yapılmış bir yeri beğenmek olsa olsa pandemi ile açıklanabilir. Taht misali dünyanın en ünlü dağlarından birine kurulmanıza olanak sağlayan konumu, çekirge sesleriyle yarışan kızgın güneşte bir miktar dağılan rüzgarın uzaklaşan uğultusu, tabi ki birbirine hayli uzak masalarıyla insan orada asla virüs kapmaz diye düşünüyor ve rahat rahat oturuyor; daha doğrusu o anda insanın virüs pek umurunda olmuyor çünkü düşünceler sadece pandemiyle sınırlı değil.

Paris’in Seçimi – Peter Paul RubensParis’in Seçimi – Peter Paul Rubens

O anlarda en çok merak ettiğim konu Zeus‘un Troya savaşını izlediği yerin orası olup olmadığı. Gerçi Zeus olsam savaşı izleyeyim diye oturduğum o tahtta nazlı nazlı salınan çam ağaçlarının uzağından başlayıp karşı kıyılara doğru pul pul parıldayarak uzanan denize dalar ateş saçarak şakırdayan kılıçlara pek aldırmazdım. Poseidon beni zincire mi vurmak istemiş ben onu ve Apollon’u Troia Kralı Laomedon’un hizmetinde çalışmakla mı cezalandırmışım, karım Hera Afroditten bir şey çalıp beni onunla mı oyalamış Akhaların tarafını mı tutmuş, dünyanın ilk güzellik yarışmasına hile mi karıştırmışlar, Paris gidip Sparta kralı Menelaos’un karısı Helena’yı kaçırmış “aman bana ne” derdim. Belki de bunlar hep pandemiden…

Bütün bu duygu ve düşüncelere Kaz Dağlarının iniş yolunda ulaşılmış olması da tesadüf değil. Temmuz sıcağında kebap dumanları arasında Sütüven Şelalesini, Hasan Boğuldu’yu gördükten dere kenarlarında küçük bir yer bulabilip soğuk suya sadece ayaklarımızı soktuktan sonra hızlıca dönüş yoluna geçmişken görmek yani… Zaten ondan önce Homeros’u İlyada’yı düşünmek çok mümkün değil, insanın aklına bile gelmiyor çünkü insan suların en başını tutmak amacıyla en tepelere kadar insan kaynayan derelerde göletlerde ilerlemeye çalışırken pek “düşünceli” olamıyor. Özellikle de şapır şupur sulara atlayıp insanların iştahını kapatan arkadaşlar pek hoş manzaralar oluşturmuyor doğrusu. 

Sen hiç yapmadın mı öyle şeyler diye soranınız olabilir. Dereye pınara gölete atlamak ya da mangal gibi… Bir Adanalı olarak mangal ve kebap sevgimi ifade etmeye gerek bile duymam ve muhteşem Toros Dağlarımızın derelerine karpuz çatlatan pınarlarına atlamışlığımız yüzmüşlüğümüz elbette var hem de ne kadar güzeldir yapanlar bilir lakin bu yerlerin hiçbiri şahsımıza ait değil dolayısıyla kullanımı için de belli kurallar gerekir. Saygı kuralları elbette. Hem doğaya hem diğer diğer insanlara saygı. İşte bunları düşünüyor insan… Ne Paris’i ne Hermes’i.. 

İnsan etrafındaki hengameye bakıp bakıp, “Bak kardeşim; Belli ki ününü duymuş kimbilir nereden onca yolu tepmiş çıkmışsın Sütüven Şelalesine saatlerce şelalenin düştüğü yerde kayalara çıkıp çıkıp defalarca suya atlayıp çığlıklar atmana ne gerek var. Herkes seni izlemek zorunda mı? Bütün fotoğraflarda seni görmek zorunda mıyız mesela değil mi? Kız arkadaşıyla, eşiyle çoluk çocuk gelen insanlar seni izlemek zorunda mı?” diye geçiriyor içinden. Ya da mangalcılara bakıp, “Mangal yapmak için başka hiç mi yer yok kardeşim. Ağaçlar çıtır çıtır kurmuş zaten sıcaktan, bazı yere yakın dallarda da kararmalar var, üzerleri kozalak dolu bir kıvılcım ulaşsa yandı güzelim ağaçlar. Mangal yap tabi de böyle içiçe geçmiş ağaçlar arasında yapma, olmaz mı? Yasak değil belli koşullarla serbest de sen yapma” dememek için kendini zor tutarken başka bir şey düşünemiyor. 

Belki de kalabalık oluşu bu sıkıntıları yaratıyor. Belki sadece birkaç kişi olsa bu kadar göze batmayacak bu abartılı hareketler. Hasan Boğuldu göletini ele alalım mesela. Aslında çok geniş bir yer değil taş çatlasa 90 metrekaredir. Tabi ki yasak değil isteyen herkes gölete girebiliyor ancak girip çıktıktan sonra göletin etrafında sinema izler gibi oturmanın ne alemi var. O izleyenler yüzünden kimse suya giremiyor. Hem de iki üç sıra olmuş insanlar var. Tamam çok ilgi var belki gelen kimse ayrılmak istemiyor ordan vs vs… Hep kötü düşünmemek lazım da ne bileyim insan biraz daha az insan olmasını diliyor öyle yerlerde. Belki de bu güzelim Toros Dağlarına alışmamızdan ve oranın hep sakin olmasındandır. Neyse ki sakin…  Umarım hep böyle kalır…

Hep rahatsızlık veren şeyler yok tabi ki… Dere içlerine kadar inen ahşap masalara serili kırmızı örtüler, mor kekik, yeşil elma, dağ balı satan kadınlar… Güzel tabi ki ancak kalabalıktan doğal güzelliklere odaklanamıyor insan. Keşke şelalenin dibine kadar arabayla gidilemiyor olsaydı, belki o zaman daha sakin bir insan topluluğu olabilirdi dağda. Bu güzellikleri de orayı sadece havuz ya da mangal alanı olarak gören insanlar değil de daha doğa tutkunları yaşardı. Bencillik mi ediyorum bilmiyorum belki de ediyorum ancak daha el değmemiş kalmasını istemem de doğal olabilir. Belki de hepimiz haklıyız… 

Sütüven Şelalesinin üstündeki tahta köprüden geçince milli parka Kızılkeçili köyünden yaya giriş çıkış kapısına ulaşıyorsunuz. Daha da devam ederseniz sağ taraftaki yamaçta bir ilan gözünüze çarpıyor; satılık yazan tabela ve üstünde bir telefon var. Hep başka yerlere yerleşme merakından çevirince telefonu Kaz Dağlarının yamacınca milli park sınırındaki 10 dönümlük zeytinliğin satıcısı var karşınızda biçilen fiyat da 2 buçuk milyon tl. Konum mükemmel fiyat da metrekare bazında bakılırsa ucuz. Param olsa o dakika alırım yani ama yok. O zaman yürümeye devam deyip alt dalları muhtemelen vaktiyle yapılmış mangaldan yanmış ağaçların gölgesinde geldiğimiz yoldan geri dönüyoruz. İstikamet Sütüven’in dibindeki tesis. Koskoca tesiste sadece bir tane tuvalet var. Yemekler idare eder fiyat ve kalite bakımından ama yönetim derme çatma. Bu arada Kaz Dağlarına araçla giriş 24 lira, yaya olarak gelirsen kişi başı 8 lira. Araç yolu varken yürünmüyor tabi. 

Gelelim en sevdiğim seyir terasına… Sütüven Şelalesinden araçla kısacık bir yolculukla inerken Akçay’a doğru sağ taraftaki yamaca balkon şeklinde yapılmış bir çıkıntı bu. Uzun bacaklı çam ağaçları kuşatmış dikdörtgen şeklinde uzayan balkonu. Kavurucu sıcak onlar sayesinde pek uğramıyor terasa. Uzan bacaklı ağaçlar cesaretlendiriyor insanı, bu hayatta her şeyi yapabilirmişiz gibi geliyor. Genç bir aile tarafından işletilen terasta herşey Akçay esnafı usulü ucuz. Türk kahvesi, dut suyu ve çay 10 lira sadece. Güleryüz ve ilgi de hediyesi. Zeus’u kıskandırır bu ilgi:) 

Dağ esnafını da anlatmadan geçmeyelim; insanlar hep kötü şeyler yapmıyor bulundukları yerlere. Doğayla bütünleşmiş çoğunluğu kadın esnaflar her sorduğun şeyi tattırmaya çalışıyor. Yeşil elma ne kadar diyorsun “al ye önce kızım” diyorlar. Bolca mor kekik var dağda. Küçük bir bardağı beş lira. Makul fiyat, boğaz ağrısına iyi geliyor antibiyotik misali. Yeni içeceğimiz mor kekik yani. Bir de dağ balı var ki tadından yenmiyor resmen. Kestane balı imiş. Onu da tattırmadan vermiyorlar. Boğazını yakmıyor insanın bal ve içinde petek kırıntıları tadını daha da güzelleştiriyor. 

Sonuç; Kaz Dağlarının rehberle gidilen bölgelerine gidilmesi şart ve aslında tabi ki her haliyle çok güzel… 

Not: Başka bir yazıda size Bolkar Dağlarını anlatayım… 

[foogallery id=”3945″]

[videopress cltqJ4N1]