Orhan Pamuk‟un ilk Postmodern romanı Beyaz Kale‟nin “ilk yazarı” bir önceki romanının (Sessiz Ev) kahramanlarından Tarihçi Faruk Darvınoğlu‟dur. Romanın ilk sayfalarında, okunacak romanla ilgili şu cümleler yer alır: “Bu elyazmasını, 1982 yılında, içinde her yaz bir hafta eşelenmeyi alışkanlık edindiğim Gebze Kaymakamlığına bağlı o döküntü “arşiv”de, fermanlar, tapu kayıtları, mahkeme sicilleri ve resmi defterlerle tıkış tıkış doldurulmuş tozlu bir sandığın dibinde buldum. Rüyaları hatırlatan mavi ebrulu zarif bir ciltle ciltlendiği, okunaklı bir yazıyla yazıldığı ve soluk devlet belgelerinin arasında pırıl pırıl parladığı için hemen dikkatimi çekti. Sanırım, yabancı bir el, kitabın birinci sayfasına, sanki beni daha da meraklandırmak için, bir başlık yazmıştı. „Yorgancının Üvey Evlâdı‟. Başka bir başlık yoktu.”
Roman okunmaya devam edildiğinde bir tarihi hikâyeyle karşılaşılır. Ancak son bölümde bu hikâyenin yazarının da yine hikâye içinde yer aldığını görürüz. “Kitabımın sonuna geldim artık. Belki de akıllı okuyucularım aslında hikâyemin çoktan
bittiğine karar vererek onu ellerinden atmışlardır bile.” (s. 163)
Okuyucunun okuduğu romanın yazarı (!) romanın içinden bize seslenmeye devam etmektedir:
“Bugün, en sevdiğim kitabımın bu olduğunu biliyorum artık; onu gerektiği gibi, istediğim gibi, düşlediğim gibi bitireceğim.” (s. 163)
“Kitabımı bitirmek için başına geçtiğim eski masamızdan…” (s. 163)
“…hikâyeme ve hayatıma uygun bir son bulmak için doya doya O’nu düşünüyorum.” (s. 164)
Aşağıdaki cümlelerde ise yazar son bölüme kadar okunanlar için şu ifadeleri kullanır:
“Birbirinin yerine geçen iki insan üzerine sevebileceği bir hikâyem vardı. Gece, herkes odasına çekildikten, eve ikimizin de beklediği o sessizlik çöktükten sonra, yeniden odaya döndük. Bitirmekte olduğunuz bu hikâyeyi ilk o zaman düşledim! Anlattığım, sanki uydurulmuş değil de, yaşanmış bir hikâyeymiş gibi, sanki bütün bu kelimeleri bana başka birisi usulca
fısıldıyormuş gibi, cümleler birbiri ardından ağır ağır diziliyordu: “Venedik’ten Napoli’ye gidiyorduk, Türk gemileri yolumuzu kesti…” (s. 172)
Yukarıdaki alıntıdaki son cümle romanın (yani Faruk Darvınoğlu‟nun yazdığı romanın) ilk cümlesidir. Romanda bu cümlelerden sonra bu yazarın İtalyan köle mi Hoca mı olduğu belirsizleştirilecek; bu soru, romanın gerçek yazarının oynadığı bir oyun haline gelecektir. Sonuç olarak Beyaz Kale romanının içinde iki iç katmanda iki ayrı yazar vardır:
1-Sessiz Ev‟den Tarihçi Faruk Darvınoğlu.
2-İç hikâyenin Gebzeli yazarı.
Kendisini terk ederek Milliyet gazetesinde ünlü bir yazar olan üvey kardeşi Celal‟in yanına kaçan Rüya adındaki karısını bütün İstanbul‟da arayan Galip, romanın sonlarına doğru –Ahmet Mithat üslubuyla– “okuyucu, ey okuyucu” diye söze başlayarak okuyucuya bir roman okuduğunu ve kendisinin de bu romanın yazarı olduğunu açıklar:
“Okuyucu, ey okuyucu, baştan beri anlatıcıyla kahramanları, köşe yazılarıyla, olayların anlatıldığı sayfaları pek de başarılı olamadan da olsa, titizlikle birbirinden ayırmaya çalıştığım kitabımın bu noktasında, yani senin de belki fark ettiğin onca iyi niyetli çabadan sonra, izin ver de şu satırları dizgiciye yollamadan önce bir kere olsun araya gireyim. (…) Bundan sonraki
sayfaları, kara sayfaları, bir uykuda gezerin hatırladıkları olarak görün artık.10” (s. 418–419)
Belirgin bir şekilde “okuyucunun elinde tuttuğu romanın yazarı” olduğunu söyleyen anlatıcı (Galip) gerçek okuyucunun okuduğu romanla, kendisinin “yazdığı” roman arasında kurulabilecek benzerliklerle yine “Kara Kitap”ın yazarı olduğunu ima etmiştir:
“Alâaddin’in dükkânının kepenkleri inmişti, ama iç ışıkları açıktı. Bu bir ipucu olabilir mi? Komiser bey, demek istedi Galip, ilk Türk polisiye romanını yazıyorum, bakınız bu da ilk ipucu: Işıklar açık kalmış. Yerde sigara izmaritleri, kâğıt parçalan, çöpler. Galip genç bir polisi gözüne kestirdi, yaklaşıp sormaya başladı” (s. 416)
Bilindiği gibi “Kara Kitap, bir polisiye romandır da.”
Aşağıdaki örnekte ise bunu biraz daha karmaşık şekilde yapar: Celal‟in katilinin araştırılması sırasında polis, katil adaylarının fotoğraflarını göstererek Galip‟ten yardım ister. Galip bu durumla ilgili şunları söyler (yazar):
“Artık bana (ve okuyucularıma) çoktan sonuçlanmış gözüken eski bir oyunda hangi taşın yerine konmuş olduğuna, hiç de farkına varmadan, çok önceden öngörülmüş hangi hamleleri yaptığıma yeniden dönmek istemediğim için, fotoğraflardaki yüzlerde gördüğüm harflerden söz etmeyecektim hiç.” (s. 428)
“Çoktan sonuçlanmış gözüken eski bir oyun” yani “hikâyenin sonunun hikâye içinde bir yerlerde saklandığı” polisiye roman. Bu, Galip‟in hayalini kurduğu bir polisiye romandır. Bunu daha önce Rüya‟ya ifade etmiştir: “Çok az polisiye roman okumasına rağmen Galip bu romanlar hakkında sık sık atıp tutardı: İlk ve son bölümün birbirinin tıpatıp aynı olduğu bir roman kurulabilmeliydi; gerçek sonu hikâyenin içine gizlendiği için görünen bir ‘son’u olmayan bir hikâye yazılmalıydı…” (s 103-104)
“Galip‟in Rüya‟ya şaka olsun diye kurduğu, imkânsız denebilecek ya da en azından alışılmış polisiye kalıplarının dışına çıkan polisiye hikâye fikirleri, tuhaflıklarıyla ve okumakta olduğumuz romanın bazı yanlarıyla örtüşmeleriyle, Kara Kitap‟ı
akla getirirler.”
“Kara Kitap”ın da “gerçek sonu” Galip‟in hayalini kurduğu ve “çoktan sonuçlanmış gözüken” bir polisiye roman gibi, romanın sonu değildir. Anlatıcı bunu da açıklar: “…ve böylece eski, çok eski, çok çok eski hikâyeleri yeniden kaleme almaktan, ibaret yeni işime daha bir şevkle sarılıp kara kitabımın sonuna geliyorum. O sonda, Galip gazeteye yetiştirmesi
gereken ve aslında kimsenin de artık pek aldırış etmediği Celâl’in son yazısını yazıyor. Sonra, sabaha doğru acıyla Rüya’yı hatırlıyor ve masadan kalkıp uyanmakta olan şehrin karanlığına bakıyor.” (s. 435-436) Anlatıcının açıkladığı bu son, romanın asıl entrik yapısıyla ilgisi olmayan bir sondur; asıl son, akıbetleri belli olmayan Celal ve Rüya ile ilgilidir; ancak o da
bilinmemektedir. Kara Kitap yine Galip‟in hayalini kurduğu gibi ilk ve son bölümünde aynı şeyden bahseder: Mavi damalı yorganda uyuyan Rüya‟dan:
“Yatağın başından ucuna kadar uzanan mavi damalı yorganın engebeleri, gölgeli vadileri ve mavi yumuşak tepeleriyle örtülü tatlı ve ılık karanlıkta Rüya yüzükoyun uzanmış uyuyordu.”(s. 11)
“Rüya’yı hatırlıyor ve İstanbul’un karanlığına bakıyoruz ve gece yarıları, uykuyla uyanıklık arasında mavi-damalı yorganın üzerinde Rüya’nın izine rastladığımı sandığım zaman kapıldığım keder ve heyecana kapılıyoruz.” (s. 436)
Yeni Hayat romanı, kahramanın kendisini derinden etkileyen bir kitap okumasıyla başlar:
“Bir gün bir kitap okudum bütün hayatım değişti.”11 (s. 7) Ancak bu kitap sıradan bir kitap değildir. Kahramanın rehberi “kelimeler”(s. 8) dir.
Kahraman bu kelimelerle yolunu bulmaya çalışırken bir yandan da yolunu kaybetmesine neden olacak hayalleri kendisinin
kurduğunu ifade eder. (s. 8) Kahraman daha sonra kitabın kendisini derinden etkilediğini ve kitabın sonunda kendi ölümünü gördüğünü söyler. (s. 10)
Kahraman yine okuduğu kitapta kazalar, katiller ve ölümler görür. Yeni Hayat romanı gerçek okurlar tarafından okunmaya devam ettikçe bu olayların aslında okunan romanda geçtiği görülür. Bu durum okurda, romanın içinde bahsedilen kitapla, kendisinin okuduğu romanın aynı olduğuna dair –paradoks olduğu belli olduğu halde– bir his uyandırır. Orhan Pamuk romanında, kahramanın okuduğu kitapla, gerçek okurun okuduğu kitap arasında kurduğu benzerliklerle bu paradoksu beslemiştir.
Orhan Pamuk‟un oluşturduğu bu paradoksla ilgili, iki roman arasındaki benzerliklerden de öte, belirgin bir ipucu da vardır. Kahraman, Canan‟ın onu terk edip gidişinden yıllar sonra okuduğu kitabın yazarı Rıfkı Hat‟ın kütüphanesinde bazı kitaplar bulur. Bu kitapları okudukça kendisinin hayatını değiştiren “Yeni Hayat” adlı kitabın içinde, okuduğu bu kitaplardan bazı cümleler olduğunu görür: “Yeni Hayat‟taki bazı sahnelerin, bazı ifadelerin, bazı hayallerin ya bu kitaplardan ilhamla yazıldığını ya da doğrudan onlardan alındığını gördüm.” (s. 239-240)
Kahraman, Rıfkı Hat‟ın yazdığı “Yeni Hayat” adlı kitaba “ilham veren” kitaplardan yaptığı alıntılarla bu duruma birkaç örnek verir. Bunlardan biri Jules Verne‟e ait bir eserdendir: “Ama yörede hiç ev yoktu, yıkıntılardan başka bir şey görülmüyordu. Bu harabeler zamandan değil de birtakım felaketler yüzünden oluşmuş gibi görünüyordu.‟ Jules Verne,
İsimsiz Aile” (s. 240)
Birkaç sayfa sonra Rıfkı Hat‟ın kitabını yazarken alıntıladığı o cümlelerin gerçek okurun okuduğu “Yeni Hayat” adlı romanda aynen kullanıldığı görülür: “Bu harabeler zamandan değil de birtakım felaketler yüzünden oluşmuş gibi görünüyordu.” (s. 257).
Sonuç olarak şu çıkarım yapılabilir: Orhan Pamuk‟un “Yeni Hayat” adlı romanının kahramanı Rıfkı Hat, “içinde kendisinin de olduğu bir kitap yazmıştır ve bu kitap” gerçek okurun okuduğu “Yeni Hayat” adlı romandır. Yani “Yeni Hayat” ın yazarı Rıfkı Hat‟tır.
Enişte‟nin kızı Şeküre ile yeğeni Kara arasındaki aşkın, bir cinayetin, katilin, katilin bulunmasının konu edildiği Benim Adım Kırmızı romanında, daha önceki romanlarında ana kurgu ve oyun öğesi olarak öne çıkan üstkurmaca uygulamaları yoğun olarak kullanılmamıştır.
Ancak Orhan Pamuk yine de kendi hayatından gerçek kişi ve akrabalık ilişkilerine romanında yer vererek okurun kafasında gerçek-kurmaca yakınlaşmasını yine tesis etmeye çalışmıştır. Şeküre, Orhan Pamuk‟un gerçek hayattaki annesinin ismidir. Romanda Şeküre‟nin iki oğlu vardır: Orhan ve Şevket.(Orhan Pamuk‟un gerçek hayattaki ağabeyinin adı.) Romanın sonunda Şeküre şunları söyler:
“Resmedilemeyecek bu hikâyeyi, belki yazar diye, bu yüzden anlattım oğlum Orhan’a. Hasan’ın ve Kara’nın bana yolladığı mektupları, zavallı Zarif Efendi’nin üzerinden çıkan mürekkebi dağılmış at resimlerini çekinmeden verdim. Her zaman asabi, huysuz ve mutsuzdur ve sevmediklerine haksızlık etmekten hiç korkmaz. Bu yüzden Kara’yı olduğundan şaşkın,
hayatlarımızı olduğundan zor, Şevket’i kötü ve beni olduğumdan güzel ve edepsiz anlatmışsa sakın inanmayın Orhan’a. Çünkü hikâyesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur.”12 (s. 470)
Bu cümleler Şeküre‟nin, “yalancılıkla” suçladığı oğlu Orhan‟ın anlattığı bu hikâyenin yazarı olduğuna dair bir imasıdır. Orhan Pamuk; Orhan‟ın, Orhan Pamuk‟un, Kurmaca Orhan Pamuk‟un roman içinde daha fazla rol alacağı romanları ise daha sonra yazacaktır:
Kar romanının başında Anlatıcı, Ka kısaltmasını kullanan Kerim Alakuşoğlu‟nun eski bir arkadaşı olduğunu ve “bu kitapta”13 (s.10) dediği, gerçek okurun okuduğu romanda, kendisinin de O‟nu bu kısaltmayla anacağını ifade eder. Romanın ilerleyen sayfalarında kahramanla yaşadığı birçok olayı anlatan anlatıcının, roman yazarı Orhan Pamuk olduğu
anlaşılır. Ancak bu noktada, okurun okuduğu romanın yazarı olduğunu ifade eden roman kahramanı Orhan Pamuk ile gerçek hayattaki Orhan Pamuk‟u birbirinden ayırmamız gerekir.
Yazımızda bu iki Orhan Pamuk‟un birbirinden ayrılması için biri “Gerçek Orhan Pamuk” diğeri ise “Kurmaca Orhan Pamuk” olarak ifade edilecektir. Kar romanında “roman boyunca okuru bir gölge gibi takip eden, her noktada kendisini göstermeye sarf eden, gerçek yazarın varlığı (…) okunmakta olan romanın sahibi olduğunu inatla belli etmeye” ve Gerçek Orhan Pamuk‟un Ka ile olan arkadaşlığının gerçek olduğuna okuru inandırmaya çalışır: Ka da Gerçek Orhan Pamuk gibi Nişantaşı‟nda oturmuştur. (s. 102)
Kurmaca Orhan Pamuk ile aynı sınıfta okumuşlardır. (s. 145) Kurmaca Orhan Pamuk onun lise yıllarında taktığı kemeri ve kravatı, (s. 256) yün kazaklarının, okul çantasının, evinin ve kendisinin kokusunu, (s. 256) birbirlerini gaddarca iğnelediklerini, (s. 104) geceyarılarına kadar edebiyattan konuştukları günleri hatırlar. Ka, Kurmaca Orhan Pamuk‟a “bundan” sonraki romanının (Masumiyet Müzesi) konusunu (s. 258), bir kahraman ise “Rüya” adındaki kızını
sormuştur. (s. 428) Ancak bütün bu çabaya rağmen “unutulmaması gereken bir nokta şudur:
Romancı gerçek dünyaya mensuptur ve kesinlikle romanın dışındadır.” Yani romanın içindeki herkes –buna romanın yazarı da dâhildir– gerçek hayatta var olsalar da, romanın kurgusal gerçekliğinin içinde gerçekliğini yitirir. Zaten Gerçek Orhan Pamuk, romanın içindeki Orhan Pamuk‟un gerçek olmadığını –romanın dışında– açıklamıştır: “Kendimi, kendime çok benzeyen ve okuyucuyla konuşan bir kişi olarak sunarak yeni anlamlar, sesler, kişilikler buluyorum.”(Pamuk, 2010: 330) Bu uygulama esasında “oldukça sık bir biçimde, üstkurmaca nitelik taşıyan romanlarda (…) görülmektedir. Bir anlamda gerçek yazar, „ontolojik sınır‟ı geçerek roman ya da hikâyenin içinde yer alabilir bu örneklerde.”
Orhan Pamuk‟un “kendisine” çok benzeyen Kurmaca Orhan Pamuk, bir yandan okurda gerçek olduğu yanılsaması oluşturmak isterken, aynı zamanda, kendisinin de kurmaca olduğuna dair birçok ipucunu da romanında okura sunmuştur. Var olmayan, kurmaca bir karakter ile (“Gerçek hayatta var olmadığını nereden biliyorsunuz?” sorusu anlamsızdır; çünkü roman dünyasının içinde her kişi kurmacadır.) yazacağı roman hakkındaki konuşması bu ilginç durumlardan birine dair ilginç bir örnektir:
“Karısının güzel gözlerinin içine daha fazla bakmaktan korktuğum için Fazıl‟a dönüp bir gün Kars‟ta geçen bir roman yazarsam okura ne demek isteyeceğini sordum. “Hiçbir şey‟ dedi kararlılıkla. Kederlendiğimi görünce zayıf davrandı, „Bir şey var aklımda ama beğenmezsiniz…‟ dedi. „Beni Kars‟ta geçen bir romana koyarsanız, benim hakkımda, bizler hakkında
söylediklerinize okuyucunun hiç inanmamasını söylemek isterdim onlara. Kimse uzaktan bizi anlayamaz.‟ “Kimse de öyle bir romana inanmaz zaten.‟” (s. 427)
Kurmaca Orhan Pamuk, romanı yazmaya nasıl karar verdiğini de yine romanın içinde bize açıklar: “Kars belediye başkanının verdiği bir akşam yemeğinde İpek tam karşımda otururken, boynundaki siyah saten kordonda bu iri yeşim taşı asılıydı dersem konu dışına çıktığım sanılmasın. Tam tersi, konunun kalbine asıl şimdi giriyoruz: İpek o ana kadar ne
benim, ne de benim aracılığımla bu hikâyeyi izleyen sizlerin hayal edemeyeceği kadar güzeldi. Onu ilk defa o yemekte karşımda gördüm ve içimi bir kıskançlık bir şaşkınlık sardı, aklım karıştı. Sevgili arkadaşımın kayıp şiir kitabının bölük pörçük hikâyesi bir anda gözümde derin bir tutkuyla ışıldayan bambaşka bir hikâyeye dönüştü. Elinizdeki bu kitabı yazmaya o sarsıcı anda karar vermiş olmalıyım.” (s. 342)
“Masumiyet Müzesi” romanının “âşık” kahramanı Kemal Basmacı ile Füsun arasındaki aşkı anlatan hikâyenin sonlarına doğru; Kemal, Füsun‟un eşyalarından oluşan bir müze kurmayı tasarlar. Önce bu müzenin bir kataloğu olması gerektiğini, daha sonra da bu kataloğun “roman şeklinde” olması gerektiğini düşünür ve “romancı” Orhan Pamuk‟a ulaşır, başından geçen bütün hikâyeyi ona anlatır. Kurmaca Orhan Pamuk da bu hatıraları (!) roman haline getirir. Böylece “Masumiyet Müzesi” romanı ortaya çıkmış olur.
Kahramanla roman yazarı (!) arasında (aslında kahramanla bir diğer kahraman arasında) bu romanın nasıl yazılacağına dair geçen konuşma, yani bir başka üstkurmaca uygulaması olan “kendisini bir karakter olarak romana yerleştiren yazarla iletişim içine giren bir karakter arasındaki diyalog” (Bayrak; Yaprak, 2012: 60) ve yine kahramanın Orhan Pamuk‟un çalışma
anlayışıyla ilgili sözleri ilginç paradokslar oluşmasını sağlamıştır:
“Kitabı birinci tekil şahısla yazıyorum,” dedi Orhan Bey.
“Nasıl yani?”
“Hikâyenizi kitapta siz ‘ben’ diyerek anlatıyorsunuz, Kemal Bey. Ben sizin ağzınızdan konuşuyorum. Şu günlerde kendimi sizin yerinize koymak, siz olmak için çok uğraşıyorum.”
“Anlıyorum,” dedim. “Peki siz hiç böyle bir aşk yaşadınız mı Orhan Bey?”
“Hmmmmm… Konumuz ben değilim,” dedi, sustu.”14 (s. 568–569)
Bu duruma bir diğer örnek de şudur:
“Bu kitabı, benim ağzımdan ve benim onayımla anlatan Orhan Pamuk beyefendiyi böyle aradım. Babası ve amcası, babamla, bizimkilerle bir zamanlar iş yapmışlardı. Servetlerini kaybetmiş eski Nişantaşlı bir ailedendi ve hikâyemin arka planını da iyi kavrar diye düşünmüştüm. Hikâye anlatmayı ciddi bir şekilde seven, işine bağlı bir adammış diye de
duymuştum.” (s. 565).
Roman yazarının elimizde tuttuğumuz romanın yazarı olarak romanın içinde yer alması zaten bir paradoks iken (Çünkü gerçek dünyada yaşayan bir kişi, kendisinin ortaya çıkardığı kurmaca bir dünyanın içinde, okunanlar kurmaca değilmiş, gerçekmiş gibi davranmaktadır.) bir roman kahramanının birinci tekil ağızdan yaptığı konuşmaların “yazar” tarafından (roman gerçekliğinde) sonradan oluşturulduğu da ortadayken kendisiyle ilgili olumlu şeyler söylemesi, yani kendi ağzıyla kendisini övmesi oldukça ilginç ve karmaşık görünmektedir. Romanın yazarının bir kahraman olarak roman içinde yer almasıyla; romanın yazarının bir kahramanla içinde yaşadıkları evrenin nasıl aktarılacağı hakkında, yani romanın oluşumu hakkında konuşması bir çakışma meydana getirmiştir. Buna “üstkurmacalar çakışması” diyebiliriz.
Gerçek Orhan Pamuk bu sayede kendi kendisini övebilmiştir.
Sonuç Olarak;
Türk edebiyatının ilk Nobel ödülünü almasını sağlayan Orhan Pamuk, Sessiz Ev romanından sonra farklı bir roman anlayışına yönelmiş; romanlarını, dünya edebiyatında birçok örneği verildiği gibi “yazım sürecinin ifşa edildiği” romanlar olarak tasarlamıştır. Bu eğilim bazı romanlarında romanın tamamına yayılmış bir “konu” iken (Kara Kitap ve Yeni Hayat gibi) bazı romanlarında ise (Beyaz Kale, Benim Adım Kırmızı, Kar, Masumiyet Müzesi) romanın sonlarına doğru romana, “okunan romanın” nasıl meydana geldiğini açıklayan bir kısım ilave etmiştir. Özellikle Beyaz Kale, Kara Kitap ve Yeni Hayat gibi “yoğun” Postmodern romanlarında romanın yazarının kim olduğu, romanın nasıl ortaya çıktığı gibi konular,
çözülmesi gereken problemler olarak karşımıza çıkarken, diğer Postmodern romanlarında kendisinin okunan romanın yazarı olduğunu söyleyen bir roman kahramanının (Benim Adım Kırmızı‟da bir karakterin bir başka karakteri “yazar” olarak işaret etmesi hariç tutulursa) var olduğu görülür. Yazar, gerçek yazar Orhan Pamuk, bu sayede romanlarda bir bilmece etkisi yaratmakla birlikte, roman yazımıyla ilgili görüşlerini de bu “yazar” sayesinde okuruyla paylaşabilmiştir. Bu “yazar”, Beyaz Kale‟de (“Yorgancının Üvey Evladı” adlı yazmayı bulan Faruk Darvınoğlu) elindeki bir metni kendi anlayışına göre yeniden yazan, kurmaca bir eserin içinde “tarih”i istediği gibi kullanan, Kara Kitap‟ta ve Yeni Hayat‟ta kendini diğer metinlere alabildiğince açmış; Benim Adım Kırmızı‟da gerçekleri kendi anlayışına göre eğip bükmekten çekinmeyen; Kar‟da zaafları yüzünden okuyucudan bir şeyler gizleyen; Masumiyet Müzesi‟nde ise kendisini kahramanın yerine koymakta oldukça başarılı olan bir yazardır. Bu yazarların Orhan Pamuk‟u ne kadar temsil ettiği ise bilinemez; çünkü Orhan Pamuk‟un “hikâyesi güzel olsun da inanalım diye kıvırmayacağı yalan yoktur.” (s. 470)