Tarihi Filmlerden İzlemek

Ucuz popülizmin ağır sonuçları olabiliyor ve sosyal ağlarda yaptığımız her şey işleniyor. Bu artık bir şehir efsanesi değil.


Suudi Haifaa Al Mansour yönetmenliğinde Elle Fanning’i Gotik korku romanı Frankenstein’ın yazarı İngiliz Mary Shelley rolünde izleyip etkilenmeyen olabilir mi? Ya Bohemian Rhapsodi’de Rami Malek’i Freddie Mercury,  A Beautiful Mind’da Russell Crowe’u John Nash olarak izlerken?

Mary Shelley rolünde Elle Fanning

The Theory of Everything’de Eddie Redmayne Stephen Hawking rolünde adeta yeniden doğdu. Biyografik filmleri bu kadar etkileyici kılan elbette başta hayatları filme çekilmeye değer olan kişiler lakin oyunculukların da ne kadar önemli olduğu yadsınamaz bir gerçek.

Bu biyografik filmlere daha bir çoğu eklenebilir;  Snowden, The Social Network, Nobel ödüllü ünlü Şilili şair Pablo Neruda’nın kaçak haline geldiği yıllar anlatıldığı Neruda, İngiltere’nin en önemli kadın yazarlarından olan Iris Murdoch’ın kocası ile uzun yıllara yayılan aşkını konu alan Iris, Jane Austen’ın gençlik yıllarına odaklanan Becoming Jane ve daha nicesi…

Tabi ki bu hayatlar filmlere çekilirken belli ölçülerde dramatize ediliyor. Ama bu bölümler filmleri ya da hayatları özünden uzaklaştırmıyor. Genel olarak  hikayenin özü değişmiyor. Bütün bu girizgahın nedeni yeni bir biyografik film olan aynı zamanda yakın bir döneme ışık tutan Brexit: The Uncivil War.

Siyasi stratejist Dominic Cummings’in liderlik ettiği, İngiliz seçmenleri Avrupa Birliği’nden ayrılmaya ikna etmek için popüler ama tartışmalı aynı zamanda hepimizin malumu Brexit referandum kampanya sürecini anlatıyor. Toby Haynes’ın yönettiği filmde Dominic Cummings’i Benedict Cumberbatch oynuyor. Benedict Cumberbatch filmde oldukça başarılı. Bu film için kilo mu vermiş yoksa Dr. Strange için mi basmış aminoasiti bilemedim bu arada.

Cummings rolünde Benedict Cumberbatch

“İngiltere’deki AB’den çıkış kampanyasından banane” diye düşünebilirsiniz belki ancak dünyanın herhangi bir yerinde olan hiçbir şey hiç kimseden bağımsız ya da ilgisiz değil. Özellikle de bilgi ve iletişim çağında. Zaten mesele bizden çok uzak da değil zira Cummings’in kampanyası “haftada AB’ye ödenen 350 milyon sterlin ve Türkiye’ye hayır” sloganıyla yola çıkıyor. Birlikte kalmayı savunan ekibin lideri aslında AB’ye ödenen böyle bir para olmadığını anlatmaya çalışıyor ama nafile. Bir de Türkiye’nin aslında AB’de olmadığını en az 10 yıl da olmayacağını söylüyor ama duyan yok. O dönem yıldızı parlayan Boris Johnson kampanya otobüsüne binerken bir taraftar gelip 70 milyon Türk’ün İngiltere’ye gelme ihtimalinden bahsedince Johnson argümanlarının yanlışlığını anlıyor. Ancak çok önemli değil hedef kazanmak.

Kazanmak için neler yapıldığına gelince; sosyal ağlardan toplanan verileri işleyen bir şirket aracılığı ile kazanılıyor referandum. İşler kızıştıkça göçmen düşmanlığı körükleniyor halk bölünüyor hatta İşçi Partisi milletvekili Jo Cox seçim bölgesi Birstall’da uğradığı silahlı ve bıçaklı saldırının ardından kaldırıldığı hastanede hayatını kaybediyor. Milletvekilliği görevinde bulunurken Birleşik Krallık’ın daha fazla Suriyeli mülteci alması için yapılan kampanyalara katılmış bir isim Cox. Avrupa’ya doğru olan yasa dışı göçlere karşı İngiltere’nin Avrupa Birliği’nden ayrılması gerektiğini savunanlara karşı “çıkış bu soruna çözüm olamaz” ifadelerini kullanmıştı. Bir gün önce iki zıt kutbun katıldığı tartışma programındaydı. Tabi bu bölümler filmde yok. Filmde sadece Cox’un öldürüldüğünü ve ölmeden önce Suriyeliler için çalıştığını duyuyoruz. Aslında bu da yeterli oluyor.

Film, kampanyadaki Türkiye karşıtlığı nedeniyle insanın içinde düşmanlık hissi yaratmıyor onu da belirteyim. Hatta o bölümler eğlenceli bile geliyor. Birlikte bile olmayan bir ülkeden korkmak ve korkutmak aslında kampanya yöneticilerine bile komik geliyor, zaten hedef tam olarak Türkiye değil bir isim, insanları harekete geçirecek bir düşman ve aslolan kazanmak.

Filmde Boris johnson’ı oynayan Richard Goulding oldukça başarılı.

Filmden çıkan diğer sonuçlar; seçim matematik demek. insanların duygularının arzularının hayallerinin sömürülmesi demek. Ve herkesin tek arzusu her ne kadar geleceği etkileyecek olsa da geçmişe dönmek. Cummings bir deha kimse o konuda aksi bir şey söyleyemez. Bunu bir iş olarak görüyor ve ne gerekiyorsa yapıyor zaten Brexit onun eseri.

Sadece bu filmden gördüğüm kadarıyla da değil Amerikan seçimlerinde de gördüğümüz duyduğumuz üzere artık seçimler sosyal ağlardan toplanan verilerin işlenmesiyle kazanılıyor. Tek tek bütün seçmenin profili çıkarılıyor onlara uygun hatta onlara özel kampanyalar hazırlanıyor vaatler veriliyor. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceği önemli değil önemli olan seçmeni kazanmak. Neredeyse teker teker seçmenleri ele geçiriyorlar.

Verilerle ilgili yaptıkları nedeniyle Cummings suçlanıyor ve kendini savunuyor. O konuşma sistemin özeti gibi. Cummings sistem hileli diyor. Ara sıra yeniden başlatılmalı diyor. Virüs bulaşınca yapacak başka bir şey yok diyor.

Sistem dünyanın her yerinde seçmenin sömürüsü üzerine kurulu. Ucuz popülizm halkı bölüyor İngiltere’de Brexit sürecinde olduğu gibi.

Film tüm bunları anlatırken nefret uyandırmıyor sadece gerçeklerin altını çizip herkes için özeleştiri fırsatı sunuyor ve yapıyor. Bu açıdan da beğendiğimi söylemek isterim.

Diyeceğim o ki; Brexit: The Uncivil War’ı izleyin ve sosyal ağlardaki her hareketimizin nasıl işlendiğini daha yakından görün. En azından manipüle edilemezsiniz artık.

 

 


Sizin Tepkiniz Nedir?

hate
0
hate
confused
0
confused
fail
0
fail
fun
0
fun
geeky
0
geeky
love
0
love
lol
0
lol
omg
1
omg
win
0
win