Psikolojik -bana göre trajik- roman özelliği taşıyan Suç ve Ceza romanı, ruh tahlili yapma konusunda eşsiz bir eserdir. Büyük adam olma enaniyeti ile insaniyetin iç içe geçtiği, insanı seçim yapma konusunda kendi iyiliğinden bedel ödetmek zorunluluğuna sokan bir suç ve bu suçun sonucu olarak baş gösteren dayanılmaz bir acı romanıdır Suç ve Ceza. Bir paradoks ve insan sorunsalı üzerine kurulu klasik bir eser.
1886 yılında yayımlanan Suç ve Ceza romanı, kurgusuyla Dostoyevski’nin adının edebiyat dünyasında kökleşmesine, romanının klasikler arasında sayılmasına vesile olmuştur.
Rusya’nın St. Petersburg şehrinde geçen romanda, zayıf, yoksul, açlıktan nefesi kokan bir hukuk öğrencisi olan Raskolnikov’un tefeci bir kadını mallarını çalıp halka dağıtmak için öldürmesi ve bu cinayeti gören hizmetçiyi de öldürmesi ile başlar kurgu. Tüm olaylar boyunca bir iç savaşla karşı karşıya kalan okuyucu, Raskolnikov’un vicdanını izler.
Kendi doğruları adına cinayetler işleyen ve vicdan hesaplaşması yaşayan Raskolnikov, Dostoyevski’ye göre halktan biridir. Dostoyevski daha sonra romanı için; ‘Konusu gerçekten çok güzel. Kahramana gelince bugüne kadar denenmemiş bir kişi. Ama bugünün Rusya’sına bakacak olursak sık sık karşımıza çıkacak türden biri. Roman gösteriyor ki kişi iyi olanın dışında hiçbir şey yapmamalıdır’ diyecektir. İyi olanın dışında hiçbir şey yapılmamalıdır mesajı var ama bana göre bir çelişki de söz konusu. Romanın kurgusu ve söylem çelişkisi benim için öldürme yönteminde.
Bir yanda budala, önemsiz, hastalıklı, kimseye yararı olmayan, tersine herkese zararı dokunan, niçin yaşadığını kendisi de bilmeyen, yarın nasıl olsa kendiliğinden ölecek olan bir kocakarı (Alyona İvanova) var. Diğer yanda yardım görmediğinden ötürü yok olup giden genç ve körpe bir insan (Rodion Romanovich Raskolnikov) var. Şu halde düşünce şudur: Kocakarıyı öldür, parasını al, sonradan bütün insanlığın yararına harca. Bir ölüme karşı binlerce dirilme.
Yani buradan alacağımız nasihat şu: Raskolnikov’a göre yaşamak için ‘yaşanmaya değer’ olunmalıdır… Fakat benim sorgum burada başlıyor işte. (Gerçi Dosto da aynı sorgulamayı farklı şekilde yapıyor.) Gerçekten yaşamak için yaşanmaya değer mi olmak gerekir? İnsan iyi iş yapmak için öldürmeyi seçme hakkına sahip midir?
Öldürme hakkına sahip olan insanlar, Dostoyevski’ye göre ‘olağanüstü’ insanlardır. Dostoyevski’nin üstünde durduğu konulardan olan olağanüstü insan; bütün suçları işlemeye, bütün kanunları ayaklar altına almaya yetkilidir. Bunların işledikleri suçlar, kanunen suç sayılmamalıdır. Toplum nazarında kahramandırlar. Robin Hood misali.
Toplum içinden sıyrılmak için öldürücü olmak gereksiniminden bahseden Dostoyevski, öldürücülüğün, olağanüstülüğün bir gereği olduğunu söyler. Dostoyevski, olağanüstülüğün, balta ile öldürülen bir kadından daha kutsal olduğunu gösterip sonradan her ne kadar Raskolnikov’a, bir Tanrı gibi acı çektirmesi, onu çaresizliğe, yalnızlığa ve sevgisizliğe mahkûm etmesi ne kadar samimidir? Üstelik bu acının Raskolnikov’u yeniden doğurtacağı düşüncesi olumlu bir çile olarak görülebilir mi? Kahramanına verdiği vicdan azabı ve korkaklıkla onu okura bir nevi sevdirip, haklı çıkarmaya çalışmadan, okurun ona üzülmesini sağlaması, korkunç bir cinayetin, balta gibi sadistçe nitelenebilecek bir yöntemle gelen bir cinayetin üstünü ne kadar örtebilir? Raskolnikov, insanlara yardım etmek için mi cinayetler işlemiştir yoksa yoksulluktan kurtulup Napolyon gibi büyük bir adam olmak için midir her şey? – ki romanda Napolyonvari söylemleri çoktur Raskolnikov’un. Raskolnikov, yaşlı kadını öldürmeyi aklına koyunca, onu derin düşüncelere ve kaygılara götüren nedir? Bu işin bir insanlık suçu olabileceği korkusu mu, yoksa yakalanma korkusu mu?
Açlık saldırgandır. İnsandan diğer insanlara karşı oluşan derin bir nefretin, bitimsiz bir düşmanlığın iç dürtüsel sebebidir. Yoksulluk ise erdemi görmezden gelmeye yeterli bir bahane olarak görülür. Raskolnikov da aç, sefil ve geçinemeyen biridir. Ancak Raskolnikov’un (Dostoyeski’nin) çelişkisi de önemlidir. Kendisine şimdiye kadar hiçbir zararı dokunmamış bir insanı, insanlık (?) (bence bencilliğinden) adına öldürmesi ve cinayetten sonra korkaklığa mahkûm olması onun çelişkisidir.
Erdem, düşünce değil eylemdir. Kaçarak ve vicdan muhasebesi yaparak tefeci kocakarının mallarını yoksullara dağıtma fikri ne demektir? En önemlisi ise kötülük yapılarak iyiliğe ulaşılabilir mi? Erdeme düşünerek, köşeye sıkışarak, okur nazarında kendini haklı çıkartarak mı ulaşacak Raskolnikov?
Dostoyevski’nin yaptığı tanrısal bir düalizmdir. Eşitsizliklere baş kaldırılabilir, haksızlıklara karşı uzlaşılmaz bir tavır sergilenebilir ama iyi düşünce ancak iyi davranışlarla yol alabilir. Raskolnikov sadece düşünerek iktidara, iyiliğin iktidarına gelemezdi. Dostoyevski’nin ona “kalk toprağı öp ve bağır: Ben öldürdüm de. O zaman Tanrı sana yeniden hayat verecektir” şeklinde onu yeniden hayata bağlamaya çalışması her şeyin neden yapıldığını, balta ile bir kadının neden öldürüldüğünü sorusunu akıllara getirir. Raskolnikov’un dayanılmaz bir güçsüzlüğe ve acıya mahkûm edilmesi tüm hayal edilenlerin yarıda bırakılmasına, cinayeti ‘olağan insanın’yaptığı amaçlar ile aynı basitliğe indirger. Raskolnikov’un, en sonda ona suçu itiraf edilerek Sibirya’ya gönderilmesi romanda bir kadının balta ile öldürülmesinden başka bir şey hatırlanm am asına sebep olmuştur. Hatta Raskolnikov yeniden doğuşa hazırlanacaktır Sibirya’da.
Toplum ve birey sorunlarını birlikte kurgulayan Dostoyevski’nin, suç ve suçlu profilinde bir masumiyetin olması onun hümanist iç sesinsen mi kaynaklanıyor bilinmez ama niyeti belli olmayan kahramanına öldürme aleti olarak baltayı uygun bulan bir yazarın, böyle ağır ve sert bir yöntemle cinayet işletme davranışı içine girmesi, masumiyetle savunduğu haklı (?) ama güçsüz suçlunun tüm masumiyetinin yitirilmesine neden olmuştur. Hatta kelimenin tam anlamıyla sadistçe olan yaşlı bir bayanı balta ile öldürme yöntemi, Dostoyevski’nin insanlık odaklı temalarıyla çelişkili bir sahneden başka bir şey değildir. Hem Raskolnikov hiç de Knut Hamsun’un Petersen i kadar aç kalmadı. Üstelik Knut Hamsun açlığı en iyi hisseden bir yazar olmasına rağmen.
Herhangi bir yerde her an ortaya çıkması mümkün bir insan zaafı olan cinayet, bazen masum bir nedenden ötürü bile olsa insanın çoğu zaman insanlığını unuttuğu bir anda yaptığı bir davranıştır. Büyük bir zihinsel güç ile sorgulamak gerekir ki öldürmek, bir yok etme davranışı olduğu gibi kendi düşünce gücünü de yok etme durumudur.
Lakin Dostoyevski için burada benim de onu düşünmeme yol açan farklı bir durumu var.
Eğer 19.yy.’da yeryüzündeki halkların pek çoğunun yaşadığı genel travmatik bilinç düşüşünü gereğince kavrayabilirsek, elbette o dönem zarfında yazılmış edebi kurguların içindeki ölüm ve öldürme doğallığım da daha iyi algılayabiliriz. Ve sanırım balta ile öldürme yöntemi sırf çağın insanını anlatmak, onun düştüğü hali daha etkileyici anlatmak içindi. Belki de Dostoyevski’nin meselesi kendi zamanının insancıklarının travma haliydi. 19.yy insanı değişimin insanıdır. Biraz da çıldırma evresi dünyasının. Bu düşünceden başka Dostoyevski’yi hiçbir şey kurtaramaz benim nazarımda.
Suç ve Ceza romanını diğer kitaplardan ayıran fark ortaya koyduğu imsan gerçekliğidir. Dostoyevski’nin bize sunduğu acı tespiti yerindedir: İnsanlar, insanları kendi doğruları adına öldürebiliyorlar. Ve bu durum haktan olmayan halktan şeyler. Ama yine de baltayla olmamalıydı o ayrı…