Vigdis Hjorth, 1959’da doğdu, Oslo’da büyüdü. Felsefe, edebiyat ve siyaset bilimi öğrenimi gördü. Edebiyat hayatı 1983’te yazdığı çocuk kitabı ‘Pelle-Ragnar ı den gule gården’ ile başladı. Bu kitabıyla Norsk Kulturråd ödülünü kazandı. Yetişkinler için yazdığı ilk roman ‘Drama med Hilde’ (1987) oldu. O zamandan bu yana 13 roman daha yazan Hjorth’un en önemli eseri olarak kabul edilen ‘Om bare’ (2001) Norveç’te hem büyük heyecan yaratmış hem de önemli satış rakamına ulaşmıştı.
Anlatıcının babasının ölümüyle ilgili düşüncelerini yansıtan bir paragrafla başlıyor ‘Miras’: “Babam beş ay önce öldü, zamanlama ya çok iyiydi ya da çok kötü, nereden baktığınıza göre değişir. Böyle aniden gitmeye pek itirazı olmayacağını düşünüyorum, bu yüzden olayı ilk duyduğumda, henüz ayrıntıları öğrenmemişken kendini bilerek atmış olmalı diye geçirdim içimden. Ölümü bir kazadan çok romanlardaki sürpriz sonları andırıyordu.”
Başka şansım yoktu
Herhangi bir duygu ifadesi taşımayan, hatta kötücül düşüncelerin sahibi, hikâyenin kahramanı ve anlatıcısı Bergljot. 50’li yaşlarında, üç çocuk ve bir torun sahibi, sevgilisiyle yaşayan, tiyatro eleştirileri yazan bir kadın. 23 yıldır ebeveyninden, abisinden ve iki küçük kız kardeşinden neredeyse tamamen uzak kalmayı tercih etmiş: “Canım yanıyordu ama başka şansım yoktu, hayatta kalmak, batmamak, boğulmamak için onlardan uzak durmalıydım.”
Şimdi aile mirasını paylaşmakta çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle onlarla bir araya gelmek zorunda. Ne var ki bu durum Bergljot için hiç kolay olmayacak, geçmişin travmatik, bastırılmış anılarıyla yüzleşmesini gerektirecektir. Bilincin kıvrımlarında sıkıntılı bir yolculuk başlar. Hangi yoldan giderse gitsin, çıkmaz sokaklarla ve üzücü anılarla karşılanır. Bastırılmış anılar sessizdir ama asla zararsız değildir. Bergljot, onları çok zaman önce psikanaliz yoluyla keşfetmiş ama sonra derinlere gömmüş, hayatına ancak böylelikle devam edebilmiştir. Babanın ölümü ve miras kavgaları derinlerdeki sırları yeniden su üzerine çıkardığında bu kez yüzleşme ve hesaplaşma bütün aile fertlerini kapsayacaktır. Zira hiçbiri mağduru dinlememiş, başta anne olmak üzere hepsi de güçlü olanla ‘uzlaşma’yı seçerek mağduru bir kez daha kurban etmişlerdir. Uzlaşmayı kabul etmeyen Bergljot’un bütün hayatını altüst eden, pek çok yanlış karar vermesine, pek çok kereler depresyona girmesine yol açan kişilik bozukluğu tam da buradan kaynaklanmaktadır:
“Sağlıklı biri olmak, sakatlanmamış biri olmak nasıl bir şeydir bilmiyordum, kendi deneyimlerimden başka bir şey yoktu elimde (…) Bağışlama yetisine sahip değildim. Ama unutuşun denizine atmak? Havaya kaldırıp ışıkta incelemek, onaylamak, kabul etmek ve sonra unutuşun denizine atmak? Bunu da beceremedim. Çünkü bu, tek tek olaylardan ibaret değildi. Bitmiş bir hikâye değil, ardı arkası gelmeyen bir incelemeydi, çıkmazlarla ve sinir bozucu geri dönüşlerle dopdolu, elzem bir kazı çalışması. Ve kayıp çocukluğum, bu kaybın durmaksızın geri gelmesi olduğum kişi olmamı sağlamıştı, varlığımın bir parçasıydı bu, içimdeki en ufacık duyguya bile nüfuz etmişti.”
Ailenin mülkiyetin ve devletin kökeni
Girişte ‘rahatsız edici’ demiştim. Aile içi şiddet ve cinsel taciz anlatıları gerçekten de rahatsız edicidir. Belki de bu nedenle edebiyata yansıması -hele ki bizim ülkemizde- pek azdır. Vigdis Hjorth, ailenin kutsallığı içerisinde gizlenen bu türden bir olayı ‘Miras’ın merkezine yerleştirerek çarpıcı bir hikâye anlatıyor. Ancak çarpıcılık sadece konuda değil, yazar hikâyesini de hem iyi kurgulamış hem de travmanın zihinde, duygularda bıraktığı izleri çok iyi dillendirmiş.
Bu konuda bizim edebiyatımızda yazılmış en doyurucu roman olan Ayşe Özmen’in 2002 yılında yayımlanan ‘Sen Gülerken’ini anmadan geçmeyelim. ‘Sen Gülerken’ ile ‘Miras’ arasında gerek tematik gerek kurgulanış açısından benzerlikler var. Her iki yazar da mağdurun parçalanmış, yaralı benliğini yeniden inşa sürecini işlerken bilinçakışı yöntemini kullanmış. Özellikle ‘Miras’ta geçmiş ve şimdi arasındaki zamansal sıçramalar öylesine keskin ve öylesine bulanık ki, Bergljot’un hayat hikâyesini kavramak için okuyucu çok dikkatli olmak zorunda. Ancak böyle zor bir kurgunun üstesinden gelmeyi başarıyor Hjorth.
‘Miras’, çözümü zor ahlaki ikilemlere odaklanıyor. Özellikle de annenin ve Bergljot’un kız kardeşlerinin içine düştüğü ikilemler, bu ikilemleri ortaya çıkardığı, kendilerini yüzleşmeye zorladığı için Bergljot’a, yani mağdura duydukları öfke… Hjorth bütün bu hesaplaşmaları onların duygu ve düşüncelerini de titizlikle araştırarak, kendini diğer aile üyelerinin yerine koyarak, zaman zaman kendisini de sorgulayarak, nesnellik iddasından ve yargılamaktan mümkün olduğunca uzak durarak yapıyor -belki de yargılamayı okuyuculara bırakarak…
En kusurlu yanı
Yazar her ne kadar tamamen ‘hayal ürünü’ olduğunu söylese bile ‘Miras’ın otobiyografik özellikler taşıması, daha doğrusu bunu perdeleme gayreti göstermemesi en kusurlu yanı. Nitekim yayımlanmasının ardından edebiyatın dışındaki tartışmalara kapı açmış ve ailesi romanın gerçekleri yansıtmadığını, taciz iddasının Hjorth’un sahte bir anısının ürünü olduğunu ileri sürmüş. Öyle ki kız kardeşlerinin ikisi de kendi ‘karşı’ romanlarını yayımlamışlar. Kurmaca bir yapıtın bir aile kavgasının içine çekilmesi kuşkusuz gerek roman gerek yazarı açısından büyük bir talihsizlik.
Oysa iyi kurgulanmış, iyi anlatılmış, entelektüel geri planı hayli güçlü bir roman ‘Miras’. Psikanaliz çözümlemelerinde Freud ve Jung’a, varlık olarak insan hakkındaki düşünceleriyle Kierkegaard varoluşçuluğuna göndermeler yapan Hjorth, edebi anlamda ise Henrik Ibsen, Rolf Jacobsen, Bertolt Brecht etkilerini gizlemiyor.
“En politik eserim”
Bir kadının bireysel dramının anlatıldığı ‘Miras’, yazarı tarafından “En politik eserim” diye nitelendirilmişti. Gerçekten de Vigdis Hjorth, -tıpkı Özmen’in ‘Sen Gülerken’de yaptığı gibi- bireysel olanla siyasi ve toplumsal olan arasındaki bağlantıyı, aile kurumunun ardındaki mülkiyet ilişkilerini, kurumun erkek egemen ideolojisini bütün çıplaklığıyla sergiliyor. Bireysel ve siyasal olarak iki farklı alana ayrılan şiddetin ortak karakteristiğini çok iyi analiz etmiş ve hikâyenin kurgusuna organik bir biçimde yedirmiş. Bergljot’un başına gelenler aile içinde mikro düzeyde yaşanan iktidar ilişkilerinin bir tezahürüdür. Olayın tanıklarının susmayı ya da görmezden gelmeyi yeğledikleri, vukuat gizlenemez boyutlara vardığında ise mazlumdan değil güçlüden/iktidardan yana çıkarak suç ortaklığını kabullendikleri bu durum, makro düzeyde devlet-toplum ilişkisinde tekrarlanacaktır. Nitekim Yugoslavya’da, İsrail’de yaşanan insanlık suçlarını bir biçimde hikâyesine dahil eden Hjorth, kendi ülkesinden de lafını sakınmamış: “Yüksek teknolojinin yeniliklerinin, bilimsel ilerlememizin, yeni muhteşem binalarımızın, iyi düzenlenmiş, iyi işleyen toplumuzun ve bir zamanlar bir başbakanın hiç de Freudyen olmayan bir yaklaşımla, iyi olmak tipik Norveçli olmaktır, dediği bir ülkede yaşıyor olmamızın bizi körleştirmemesi için neleri bastırdığımız, neleri reddettiğimiz soruları tekrar tekrar sorulmalıdır…”
MİRAS
Vigdis Hjorth
Çeviren: Dilek Başak
Siren Yayınları, 2021
309 sayfa, 35 TL.