Sait Faik soruyor Orhan Veli yanıtlıyor. Adnan Veli Kanık tarafından hazırlanan “Orhan Veli İçin Bir Biyografi ve Basında Çıkmış Yazılardan Seçmeler” (1953) isimli kitaptan alıntı bu söyleşi 2 Şubat 1947 tarihli Yedi Gün’de yayınlanmış. İşte o röportaj:
Üzerinde en çok durulmuş, zaman zaman alaya alınmış, zaman zaman da kendini kabul ettirmiş, tekrar inkâr, tekrar kabul edilmiş; zamanında hem iyi, hem kötü şöhrete ermiş bir şair vardır.
İki incecik bacak, kısaca bir trençkot, kanarya sarısı bir kaşkol, müselles bir yüz, şişirilmiş göğüse benzeyen bir sırt, -denebilirse- ergenlik bozuğu bir yüz: İşte görünüşte Orhan Veli.
Şiirlerinin münakaşası bana düşmez. Seven mi haklı sevmeyen mi? Orası bize ait değil. Nurullah Ataç onu yeter derecede tanıtmıştır. Ama kendisi Orhan Veli’yi tanımazmış. Geçenlerde bir mülâkatta;
– Orhan Veli mi? Tanımıyorum! Demiş.
Ben de Orhan Veli’ye sordum. O da onu tanımıyor.
Bari birisi lûtfetse de şairle münekkidi birbirine tanıştırıverse. Daha doğrusu barıştırıverse… Ama Nurullah Ataç dargınlığa pek dayanamıyor olmalı ki, bıyık altından gülümsüyor ve: “Hakkını inkar etmeyelim. İyi şairdir.” diyor. Orhan Veli bıyık altından gülmüyordu. Gülmüyordu ama o da: “Hakkını inkâr etmeyelim, şiirden anlayan adamdır.” dedi.
İstanbul şehrini zaman zaman bir moda sarar. Bazan bir şarkı, bazan bir tek “voyvo!” kelimesi, bazı defa “…bilmem kime maşallah!” gibi. Orhan Veli’nin:
“Yazık oldu Süleyman Efendi’ye”si de böyle meşhur olmuştu. Biz okuyucular, acaba şair bu mısranın meşhur olacağını bilerek mi bunu yazdı, diye kendi kendimize bir sual sormuştuk. Ben de şaire onu sordum.
O – Ben hayatı sadelik içinde geçmiş basit bir adamın hayatından bahsetmek istedim. Acayiplik olsun diye yazmadım. Şiiri neşretmeden evvel de bu kadar yadırganacağını tahmin etmiyordum.
Ben – Yadırganmamıştır. Meşhur olmuştur, dedim. Bir şey daha sevgili şair, ben sormak istemezdim ama sizden bahseden her adam bana bile şunu soruyor: Nasırı edebiyata sokmakla yani ne demek istiyor? Nasır pek mi mühim sanki? Anlıyorsunuz ya, bazı genç kızlar bunu pek merak ediyor da…
Orhan Veli muztarip bir hal aldı. Yerinden ayrılmış turnalar gibi uçtu:
– Hayatında büyük manevi ıstırapları olmayan bir insan için nasırın mühim olduğunu telakki ediyorum, dedi.
İnsan bir şairle konuşurken şu suali sormak ayıp kaçar ama soracağım, dedim, kendi kendime:
– Sizde nasır var mıydı o zaman?
– Süleyman Efendi şiirinden sonra âhı tuttu. Bende de nasır çıktı.
– Peki, gelelim rakı şişesinde balık olmaya…-
– Yine mahsus yazmadım. O sırada yoksulluklar içinde yaşayan bir adamın hayatını anlatır o şiir. Böyle bir insan birçok şeyler ister. Esvap ister, yemek içmek ister, bu arada rakı içmek de ister. Bu istek mübalâğalı bir şekilde anlatılmıştır.
– Rakıyı sever misiniz?
– Bayılırım.
– Bendeniz de… Ucuzlamasına ne dersiniz?
– Bir türlü inanamıyorum.
– Ya Fahrettin Kerim Bey’e?
– Allah derim.
– Neşredilmemiş yeni şiirlerinizden bir tane lâtfeder misiniz?
Tatlı tatlı okudu.
CIMBIZLI ŞİİR
“Ne atom bombası,
Ne Londra konferansı;
Bir elinde cımbız,
Bir elinde ayna;
Umurunda mı dünya”
Okur yazar hanımları küplere bindirecek bir şiir. Orhan Veli kızacak belki. Şiirini geçen akşamki Fikret Adil’in yaptığı bir azizlikte bir hanıma okudum. Fena içerledi. Elindeki votkayı masaya bıraktı. O da irticalen:
“Ne elinde nasır
Ne başında çoluk çocuk
Bir elinde yirmi dokuzluk
İki ayağında nasır
Umurumda mı Orhan Veli?”
Deyivermez mi?
Tam bu sırada yanımıza, şimdiye kadar yazdığı mısraların adedi bir milyonu bulan, tepe taklak olmayı göze alacak bir tâbi aramakla meşgul genç şair Süavi Koçer geldi. İki şair musafa ettiler.
– Süavi Koçer’i nasıl bulursunuz? dedim.
İki şair birbirine bakıştılar.
Orhan Veli:
-Bir harikadır! dedi.
-En çok isimsiz şairleri severim. Daha ziyade adı bilinmeyen halk şairlerini. Mesela türküleri çıkaranları.
– Bir tane söyler misiniz?
Aldı şair bakalım ne dedi:
“Akşam olur hapishane kilitlenir
Kimi kâğıt oynar, kimi bitlenir
Kiminin Temyizden evrakı gelir
Düştüm bir ormana yol belli değil
Yatarım yatarım gün belli değil”
Kimin olursa olsun güzel şiir!
Güzel bir şiir okunduktan sonra insan bir zaman susuyor, konuşamıyor. Neden sonra:
– Şiire ne zaman başladınız?
– Bu hastalık bende 11-12 yaşlarında başlar. O zamanki yazdığım şiirler alışılmış tarzda şeylerdi. Daha doğrusu kötü şiirlerdi. Şairlerden kötülerinin bile tesiri altında yazardım. Bir gün geldi. Eski şiirlerden bıktık. İstedik ki, biraz daha farklı olsun.
“Amma da biraz daha ha!”, demedim.
Devam etti:
– O sıralarda gâvur şairlerini okuyorduk.
– 12 yaşında mı?
– Hayır. Daha çok sonraları. Bu arada Baudelaire’den sonraki nesillerin, daha çok modern şairlerin kitaplarını. Bir de sürrealistleri. İşte herkesin acayiplik telakki ettiği şiirleri o zaman yazdık.
– Şimdi o şiirlerinizi beğenir misiniz?
– Şimdi onları beğenmiyorum. Şekil bakımından zayıf buluyorum. Şiirin bir de ustalık denen şeye dayandığını o zaman bilmiyormuşuz demek. Bugün bu şairlerden ayrıldık. Halk edebiyatından istifade ediyoruz. Ama bir hamle yapabilmek için, eskilikten silkinebilmek için o şiirleri de yazmak lazımdı.
– En çok sevdiğiniz bir şiiri okur musunuz?
Hangisini okuyacağını bir müddet kestiremedi. Sonra şu şiiri okudu:
SERESERPE
Uzanıp yatıvermiş sere serpe
Entarisi sıyrılmış hafiften
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor
Bir eliyle de göğsünü tutmuş
İçinde kötülüğü yok biliyorum
Yok, benim de yok amma
Olmaz ki
Böyle de yatılmaz ki…
Bu pek sevimli şiiri de dinledikten sonra şaire kafiyeye dönüp dönmemeye niyetli olup olmadığını sordum.
– Şimdilik vezne, kafiyeye bağlanmamak lâzım. Sonra faydalanılabilir.
– Niçin?
– Vezinsiz kafiyesiz şiir, şairi güçlüğü doğrudan doğruya şiirde aramak imkânıyla, daha doğrusu zaruretiyle karşılaştırıyor. Bu zaruret de şiirin çevresini genişletiyor. Günün birinde vezinli kafiyeli şiire dökülecek olursa o zamanın şairleri bugünkü nesillerin tecrübesinden istifade etmiş olacaklar.
Orhan Veli elindeki şişeye mahzun bir tebessümle baktı. Şişe bitmek üzere idi. Kadehlere birer tane daha koyduk. Şişe boşaldı. Boş şişeyi pencereden dışarı attık. Sanki Orhan Veli’nin okuyucuyu gaflet uykusundan uyandırmak için yazdığı mısra rakı şişesinin içinde imiş gibi, şişe büyük bir şangırtı ile kırıldı. İçindeki mevhum sarhoş istavrit ayıldı. Kuş olup uçtu. O, kanarya sarısı kaşkolünü boynuna sardı. Ben harap şapkamı kafama geçirerek sokağa fırladık. Genç şair işte o zaman kendisinin en güzel mısralarını mırıldandı:
“İstanbul’un mermer taşları
Başına da konuyor aman martı kuşları
Gözlerimden boşanır hicran yaşları
Edalım
Senin yüzünden bu halim”
Artık ne okuyucuyu gaflet uykusundan uyandırmak var, ne rakı şişesinde balık olmak meselesi:
“İstanbul’un orta yeri sinema
Garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama
El konuşur, sevişirmiş bana ne
Sevdalım
Boynuna vebalim”
Ne sere serpe, ne cımbızlı şiir beni sarmıştı. Ne yapalım anlayamıyoruz işte. Ama böylesini anlıyoruz. İçimize bir gariplik çöküyor. Anadolu çocuğuyuz nidelim. Yapamıyoruz biz Breton, Tzara ve Michaux ile.
– Üstat, sen bana o adı bilinmez halk şairinden bir türkü daha söylesene.
– Peki!…
“Hapishane içinde üç ağaç incir
Kollarım kelepçe anam boynumda zincir
Zincir sallandıkça her yanım sancır
Düştüm bir ormana yol belli değil
Yatarım yatarım gün belli değil”
Orhan Veli’yi pek sevdiği Rumeli hisarına gitmek üzere vapura bindirip dönerken yirmi sene evvel başka bir şairin yazdığı şu mısraları hatırladım:
“Göllerde bu dem bir kamış olsam”
“Şu şair istekleri bir çeyrek asırda aynı imkânsızlığı devam ettirmek şartiyle, ne kadar değişiyor. Şair değilim bereket! Göllerde kamış rakı şişesinde balık olmayı bir şişe siyah şarap karşısında alelâde bir beni âdem olmaya da değişmem doğrusu”.