Daha beş yaşındayken annem beni insanların üst üste yığılarak ezildiği karmaşık bir caddenin içinde kucağına aldı, belki çıldırdığından belki de nefes almam için havaya fırlattı.
Standart kilodaki bir çocuğun çıkabileceğinden çok daha fazla yukarı çıktım ve tam o anda, kalabalığın içinde
ne yapacağını hep iyi bilen kurnaz bir gazeteci tarafından şimdi Büyük Yıkım Günü’ne has olan fotoğrafım çekildi.
Ertesi gün tüm afişlerde, son dakika haberlerinde ve radyo spikerlerinin dilinde şaşkın suratım ve puslu gökyüzüne kuş gibi açtığım dazlak kollarımla ben vardım. Başımdaki şapka havaya uçmamıştı, sanırım biraz daha çarpıcı kılmak için fotoğrafla oynamışlardı ama göbeğimin çıplaklığı ne yazık ki gerçekti. Şimdi, yani bu görüntünün çekilmesinden tam otuz yıl sonra, beni bir haber programına demeç vermeye çağırıyorlardı.
İnsanların aklında hâlâ beş yaşındaki çocuk olarak kalmıştım. Metroların bekleme duraklarındaki afişlerde beni seyredip hakkımda bin bir çeşit muhabbet çeviriyor ve her seferinde gülünecek yeni bir şey arıyorlardı. Tüm iş yerlerinde mutlaka en gözde duvarda ben asılıydım. Yıl dönümü kutlamalarında şirketlerin protokol kadehleri bana kalkıyordu. Haber programında muhtemelen benden istenen ağlayarak o günü anlatmam ve hâlâ o çocuğun içtenliğiyle yeni düzenimize nasıl sadık olduğumu belirtmemdi.
İnsanların o güne dair bilmedikleri şey ise babamın beni bedava dondurma saati olduğuna inandırıp, kalabalığın bu yüzden biriktiğini söyleyerek ağlak halimi önlemek istemesiydi. Ne yazık ki bir sürü aptal duygulanmak istiyor ve görüntünün ardını düşünemiyordu. Romantizmleri her şeyden önemlidir bu tipler için. Mimik yapmasının muh-
temelen yasaklandığı spikerin karşısında insanlara tam da istediğini vermeye niyetliydim.
Bütün bunlar olup bittiğinde, bana ters gelen çokça budalalığı muhtemelen kabul etmiş olacağımdan, yine benim gibi öfkeli adamların yapmak isteyeceği türden, işi yaparken nefretini eşyaya kusacağı bir şeye ihtiyacım olacaktı.
Sanıyorum epeydir aklımda olan bir tamirle ilgilenecek, içi pislikle dolduğundan artık yarı kapasitede su akıtan duş başlıklarını değiştirecektim. Bu sayede, eskiyi çıkartıp yeniyi montelerken insanın başına gelen türlü aksiliklerin yarattığı öfke patlamalarını yaşayacak, hiç değilse biraz rahatlayacaktım. Ancak şimdi, kanımın bu en temiz haliyle, önümüzdeki birkaç saati olaysız geçirebileceğime inanmıyordum.
Bana hayranlık beslediğini bildiğim malzemecimi aradım. Renkli mantar keklerinden bir ısırık almayı planlarken elinde hiç kalmadığını ve Bay Afiş çocuk için bile bittiğini söylüyordu. Telefonu kapatıp kek maskesine sığınmamış gerçek bir mantar buldum. Rehberimde bu tür ıvır zıvır işler için her zaman birkaç numara bulunurdu. Aslında sadece aptal plaseboya ihtiyacım vardı. Yanılsamaları seven beyinlerimizin olmasına tapıyordum ve bana kalırsa bu yüzden havada uçan bir kuş ya da küçük yeşil bir ot bile bizden üstündü.
Mantarı çantama atmadan önce durdum, çoğu kez alt komşum bana bu zaman bükülmesini yaşatırdı. Ağzından
çıkan kelimeleri hızlandırıp aptal koşu ceketiyle oynamaya başladığında ona ocağı açık unuttuğum yalanını söylerdim.
Oldukça ağır olan kokteyllerimden aldığım koca yudumu yutmayı beklemeden koridoru koşar ve onu halen orada
içini boşaltmak için beklerken bulurdum. Bana yaklaşık iki dakika veren bu hareket ona da bedava bir terapi kazandırıyordu. Koşu ceketi her zaman berbat kokardı. Üstelik konuşma hararetlendiğinde ağzıma tıkmaya çalışan bir hareketle ceketi dolaştırır ve ikinci yudum için içeriye kaçmama sebep olurdu. Ona çok kızgındım, ceketteki ter ve erimeyen göbeği için tam bir ikiyüzlü olduğunu biliyordum.
Hiçbir şeyin hakkını veremeyen gösterişli konuşmacılar gibiydi. Mantarın kafası iyice geldiğinde uzun kirpiklerinden başka bir yerine odaklanmamın yasak olduğu makyöz yanaklarımı pudralıyordu. Düşen pembe toz taneleri siyah ceketimde iz bırakırken suratıma göz ucuyla kaçamak bir bakış attım, benimle beraber doğmayan bir ucubelik yapıştırılmıştı. Bütün bunları programda duygulanıp ağlarsam mimiklerim hoş gözüksün diye mi yapmışlardı bilmiyorum ama en ufak bir hüzünlenişi dahi izleyicilerden kaçırtmayacaklardı.
Tüm hayatım boyunca, bilinçsiz halde geçirdiğim gençlik yıllarım da dâhil -özellikle öfkemin henüz baş göstermediği o yıllarda-, bütünüyle çaresiz, iyi gelişmeler karşısında bile korkaklaşan, yaptığı şeylerin kıymetini gereğinden fazla bilen ve övgüyü hak ettiğini düşündüğüm eserler ortaya koyan, hafifçe cahil, ötekilerin farklı olduğunu yeni yeni anlasa dahi bundan mutsuz olmayan, henüz çürümeye başlamamış bir adamdım. İşte o yıllarda, hayatımın çoğunu kaplayacak kadar zaman harcadığımdan olsa gerek, biriktirdiğim ufak tefek kalp kırıklıklarının ilerde bana kaça patlayacağını hesaplayamamıştım. Sanıyorum bu saydığım özelliklerle dolu bir on beş yıl olsa gerek. Yine aynı sebepten, ne kadar aşağılandığını fark etmeyen bir yeni yetme olduğumdan, o yıllarda pek çok gereksiz iş yapmıştım. Radyoculuk, yazarlık, güzel kadınların -ama oldukça güzel- karşı koyamadığı cazibeyi sahiplenmek, minik bir bankada geçirilen bir hafta, seyahat turlarına rehberlik ettiğim üç gün, saat koleksiyoncusu olarak vakit harcadığım bir sene.
İşte tüm bunlar, ancak yeterince aptal olan birinin ilgileneceği türden, ruhu başkaları için seve seve tüketen, geriye bir şey kalmayana kadar ne bulursa öğüten işlerdi. Bu açıdan, bir zamanlar küçük mutlu şeylere verdiğim hizmetler de göz önüne alınırsa, şimdiki öfkem bütünüyle benim savurgan davranışlarımın sonucudur. Öfke bir ceza olarak beni bulduğundan, ne terapilerle onu kovmaya çalışıyorum, ne de belli etmemeye. Mert bir adam suçun cezasını alenen çekmeli, ondan utanıp sıkılmamalıdır. Eh, ne de olsa bu bir arınma, bir yeniden doğuş sayılmasa da ondan çok daha yüce, gerçeği daha gerçek yapan bir fedakârlıktır. Ötekiler, yani suçları için hapiste çürüyenler, toplumun gözü önünde olmayıp bu aşağılanmayı saklanarak yaşadıklarından; benim cezam çok daha eziyet verici, uslanmaya teşviki arttırılmış, gerçek bir cezadır.
Yine de tıpkı şimdi zırvaladığım sebep gibi, öfkem için daha nice kulpları canım isterse sabaha kadar bulup çıkartabilirdim. Ve evet, kendimle gurur duyuyorum. Mantarın kafası geçmeye başladığında çekimlere ancak başlayabildik. Kameramanlara oldukça üzüldüm, tüm işi yapıp alkışı kendi içlerinden koparmak zorunda kalıyorlardı.
Olabilecek en kötü diyaloğu henüz konuşurken düşlemeye başladım. Bunu yapabilirdim çünkü ezbere attığım replikleri kullanıyordum şu an. Mesela durduk yere bana beş yaşındayken o gün ne hissettiğimi sorardı ya da geriye dönüp baktığında kalıbıyla başlayan aptalca bir şey de olabilirdi.
Spiker göz teması kurup ona sığınmamı engelleyecek kadar acımasızdı. Sürekli önündeki aptal kâğıda bakıyor, çekip alsam okuma yazmayı unutacak gibi duruyordu. Tüm bunlara rağmen ezber kısmı bitmişti, duş başlıklarını nasıl da küfür kıyamet değiştireceğimi düşünerek keyiflendim, küçük bir oyun oynayabilirdim.
“Geriye dönüp baktığınızda o günü tek bir kelimeyle özetlemek isterseniz bu ne olurdu?”
Hem mekanik hem aptaldı. Gülmekle donup kalmak arasındaki bir yavanlıkta gözlerimi kameraya çevirdim.
“Küçük olmama rağmen o günü tüm detaylarıyla hatırlıyorum. Aslını isterseniz bunu tek bir kelimeyle anlatmaya çalışmak çok zor…”
İşte şimdi spikerden daha aptaldım ve herkesin de istediği buydu. Program bitince siyah ceketin bende kalmasına izin verdiler, gidip henüz bana kızgın olmayan kadınlardan biriyle buluşmalı ve programın üstümde bıraktığı coşkunun havasını kullanmalıydım.
Yüzümdeki pudrayı çıkarmak için biraz su buldum, yalnız yıkadıkça kötüleşiyordu. Altından bir türlü kendi ten rengim ortaya çıkmıyordu. Zaman yine havada taklalar atmaya başladı. Pudra surat ve ben karanlığın içinde ikiye ayrıldık. Vücudumdan farklı iki renkte buhar çıktı. Birisi mantığa öteki ise ne olduğunu kestiremediğim içgüdüsel bir şeye benziyordu. Uçuşan şeyler tenimde gezindi, hafifçe dokunmaktan çekinmiyorlardı. Zıtlıklar birbiriyle sevişip ürediler. Doğurdukları ikilemler insan yaşantısında bir gün birleşeceklerini bilmelerine rağmen ters yönde hareket
etmeye başladı. Aralarındaki güçlü çekim delilik anlarında onları kavuşturacaktı. Yine de gençliğin en taşkın dönemlerinde birçok kez bütünleşebilmişlerdi. Daha sonra ise tüm çiftler gibi zıtlıklar da birbirinden sıkılmış ve yaşlanmaya başlamıştı.
Zaman yine belirsizleşmeye, ışığı ortaya çıkartıp beni aptal yerine koymaya çalıştı. Aynanın karşısında duruyordum, eğer bir başkası olsaydım kendi suratımı nerden tanıyabileceğimi düşünmeye başladım. Bakınca sınıflandırabileceğiniz bir kafa şeklim yoktu, kulaklarım çirkin ve çıkıntılıydı. Düz bir hat şeklinde ilerlemesi gereken her yerim yamuktu. Tenim tüm uzuvlarımda farklı renkteydi.
Usta bir kafa karıştırıcıydım. Bütün bu kötü görüntüyü adil bir biçimde tüm vücuduma paylaştırarak ondan kurtulmuştum. Orantıda çirkinliği gizleyecek sihirli bir örtü vardı.
Mani krizim bitmişti. İçinden çıkılmaz belirsizliklerin ardından gelen son derece net görüntüler bir süre daha insanın aklını başından alıyordu. Tıpkı kötüden sonra gelen iyinin tam olarak kendini belli edememesi gibi, ben de toparlanmak için birkaç dakikaya daha ihtiyaç duyuyordum.
Tüm bu karmaşık sistemi kaldıracak zihin yapısı için aynı anda “sakinleş” komutunu verecek birden çok insana ihtiyaç vardı. Ancak yürek, pek sevgili yüreğim, hiçbir somut delile ihtiyaç duymadan ufak bir yatak istirahatiyle kendini toparlıyordu. Bu güçlü direnci oluşturmasındaki amaç beni biraz daha yaşatabilmek miydi bilinmez, ancak her ne olursa olsun gitgide aptallaşan bu insanlar karşısında diri kalabildiğim için ona minnet borçluydum. Tam bu mahcubiyetle yüreğime kusursuz bir savaşçı olduğu için büyük saygı duyarken, günler geçtikçe işlerin sarpa sardığını, aslında onun bu saygıyı hak etmekten vazgeçtiğini hissediyordum. Yavaş yavaş savunmasız bırakmaya, tek dayanağım olan aklı başında düşüncelerin içine sızıp parçalamaya koyuluyordu.
O halde ben, ötekilerden farklı kılınmamı sağlayan yeteneklerime ulaşamayınca, önümdeki engele saldırıyordum. Sizi yiyip bitiren bir hastalığa saldırmaksa, öfke açık edilip maske düştüğünden, yenilginin ilk kuralıdır.
Senur Ünver’in Yeni Kara romanından alıntıdır.