Absentium: Kötülüğün Gücü ve Toplumsal Bellek

Absent kelimesi, “Bulunmama hali, yokluk, olmayan ve pelin otundan yapılan içki” anlamlarına gelmektedir. Nitekim roman boyunca bu anlamlara uygun düşecek çeşitli durumlarla da karşılaşıyoruz.


Ülkemizin en üretken yazarlarından olan Orkun Uçar’ın son romanı Absentium -Yazarın Dönüşü, çiçeği burnunda yayınevi Antares’den çıktı. İlk projeleri ile dikkatleri üzerine çekmeyi başaran yayınevi, umalım ki kaliteli yayıncılık adına böylesi güçlü projelerle çalışmaya devam ederler. Baran Güzel editörlüğünde hazırlanan Absentium’u yazarın kendi blog adresinden tanıyanlar vardır elbette. Küçük dokunuşlarla kitaplaştırdığı bu serüvenin bloktaki ismi “Yazarın Dönüşü” idi. Okuyucuların merakla takip ettiği bu seri nihayet basılı bir kitap haline dönüştü ve evlerimizdeki yerini Absentium-Yazarın Dönüşü ismiyle aldı.

Eserin basılı haliyle yayımlanması, e-kitap vb. platformlarda okuma yapmaktan hoşlanmayanalar için de büyük bir şans olduğu söylenebilir. 143 sayfadan oluşan Absentium, birbirinden güzel sürprizler de barındırmakta. Özellikle romanın bitiminden sonra eklenen iki öykünün kurgusu, okuru şaşırtmakta üstüne düşen görevi yerine getirmiş görünüyor. Yine yazarı blog sayfasında takip edenlerin hatırlayacağı “Kuyu” isimli öykü de beklenmedik bir biçimde romanda kendisine yer edinmiş. Yazar, alışık olduğumuz şekilde akıcı ve samimi üslubunu burada da konuşturmuş. Roman boyunca adeta kelimeler birbirini kovalıyor, kâh gülüyorsunuz kâh durup düşünmek ihtiyacı hissediyorsunuz. Heyecan ve merak duygusu bir an bile okurun peşini bırakmıyor. Yapılan betimlemeler, karakterleri ve hikâyenin geçtiği mekânları daha gerçekçi hale getirirken okuru da sıkmıyor.

Gelelim Absentium romanının içeriğine. Absent kelimesi, “Bulunmama hali, yokluk, olmayan ve pelin otundan yapılan içki” anlamlarına gelmektedir. Nitekim roman boyunca bu anlamlara uygun düşecek çeşitli durumlarla da karşılaşıyoruz. Roman, geçmişte hayli popüler olmuş; zenginliği ve kimi zaman da şımarıklığı sonuna kadar yaşamış bir yazara odaklanıyor.

Karakter, başından geçen ani bir olayla hayatının tepetaklak gitmesini ve üzerine atılı suç sebebiyle cezaevinde yatmış olsa da toplum tarafından yaftalanan günahlarından kurtulamaması ile mücadele ediyor. Böylece yıllar süren kalburüstü hayatının ardından çileli günler de gelip çatmış oluyor. Orkun Uçar, bu noktada okurun dikkatini çeşitli konulara yönlendiriyor. Bu durumu anlayabilmek için öncelikle “Linç Kültürü,” konusuna değinmek gerekiyor. Bir sanatçıyı yaptığı işten, üretiminden, yaratısından bağımsız bir şekilde değerlendirmek neden mümkün olamıyor? Örneğin gezegenimizin en önemli piyanist ve bestecisi Fazıl Say ya da alanında akla ilk gelen isim olan Barbaros Şansal gibi isimlere yapılan linçe yakından bakıldığında karşımıza kötülüğün organize gücü çıkıyor. Kalabalık ve demokrasi kavramları iç içe geçerek ön koşulunda “haklı olmanın” verdiği gururla büyüyen kötülük, yaptığı işlerden pişmanlık duymayacak kadar kendine güvenmekte. Emrah Serbes,Halil Sezai ve linç gündeminde yerini henüz almış olan Prof. Dr. Mustafa Öztürk gibi isimlerin de üzerinde durmakta fayda var. Peki, inanlar neden linç etmek isterler? Dilerseniz ilk olarak bu soruya odaklanalım. Linç kültürüne yakından baktığımızda kalabalığın kendi yasalarına ve kurallarına dahi güvenmediği ve hedeflerindeki kimseye tam da canları o anda ne yapmak isterse onu yaşatmak fikri etrafında buluşuyor. Bu kültür, elbette sanayi öncesi
feodal toplumlardan ve hatta çok daha eskilerden beri devam eden bir güç gösterisidir. Linç, her zaman doğrudan fiziki saldırılarla gerçekleşmez. Eskiden dedikodu ve fısıltı ile büyüyen öfke, şimdilerde teknolojinin yarattığı yepyeni bir alanda boy gösteriyor; sosyal medya.

Öfkenin hedefleri arasında kişinin yaşam alanını kısıtlamak, iş akdini fes ettirmek, aile bağlarını sarsmak gibi sayısız başlıklar bulunmakta. Tam da bu noktaya daha yakından baktığımızda basit bir “karşı duruş” ve “istememe” durumu ile başlayan linç/saldırı, hedefine aldığı kimseyi aç ve açıkta bırakmaya ve hatta birkaç “kendini bilmeze” hedef yapmaya kadar gitmektedir.

Samimi bir dil

Yazarın Absentium’da bize gösterdiği linç böylesi bir ortamda dikkat çeken bir soruyu akıllara getiriyor: Eser sahibi toplum ahlakından bağımsız bir hayat sürme hakkına sahip midir? Yani sanatçılar, yazarlar ya da bilim insanları, Sivil Toplum Örgütlerinin “ahlaklı” bireyleri gibi davranmaya mecbur mudur? Burada yine kalabalığın koyduğu yazılı olmayan kanunlar devreye giriyor. Yazılı kanunların esnetildiği yerde kendisine yer edinen bu dayanaklar ne yazık ki bir insanın hayatını sona erdirtebilecek kadar keskin olaylara sebep olabiliyor. İşte Absentium, toplumsal linç konusunu önümüze koyarken o büyük kalabalığın aslında çok çabuk şekilde manipüle edilebildiğini de gözler önüne seriyor. “Mutlak Doğrular” ilan edilmiş değerlerine sıkı sıkı sarılan kalabalık, küçük bir ekip tarafından manipüle edildiğinde kullanışlı birer silaha dönüşebiliyor. Tabii söylemek gerekir ki bu süreci roman boyunca bir tartışma ortamında ya da felsefi argümanlar çerçevesinde değil de kahramanlarımızın hayatlarına değerek okuyoruz. Onların sıkı gözlem gücünde hayat bulmuş bu gerçekler samimi bir dil ile bize ulaşıyor.

Gelelim Absentium’un bilimkurgu ile bağına. Bilimkurgu, tıpkı bilimsel çalışmalar gibi hayatın her noktasına etki ederken bazen de aklın sınırlarını zorlayarak çıkıyor karşımızda. Buradan bilimin her daim insan yararını merkeze aldığı anlamı çıkarmak hata olur. Bilim-kurgu ikilisi, halkın ihtiyaçlarını ya da özlemlerini pışpışlama eğilimi gösterme gerekliliği de duymayabilir. Bu bakımdan yukarıda bahsettiğimiz alt metin okumalarının uzağına çekildiğimizde, kendi dinamiği ile beslenen cesur bir yenidünya ile karşılaşıyoruz.

Geçiş romanı

Kısacası, Absentium’a bir geçiş romanı diyebiliriz. Evrende yalnız mıyız? Uçsuz bucaksız diye tarif ettiğimiz bu karanlık gökyüzü bir tek biz insanlığa tahsis edilmişse üzerinize bir hüzün çökmez mi? Ya olası dünya dışı varlıkların bizlere müdahaleleri ile durmaksızın zihinlerimiz bükülüyorsa? Benzer sorular üzerine düşünürken Kült’te yaratılan bilimkurgu evreninin bu romanla daha da genişlediğini görüyoruz. Ayrıca bu evrenin, Orkun Uçar’ın istek ve arzusu doğrultusunda yeni romanlarla büyüyebileceğinin de işaretleri ile karşılaşıyoruz. Peki, Kült’te ne olmuştu? Kısaca değinmek gerekirse sıkıcı bir hayata hapsolmuş bir yazarın yolu dünya dışı bir ırkla ve gizli örgütlenmelerle buluşuyor. Bu noktada onların kurtarıcı mı istilacı mı oldukları konusunu okura bırakmak istiyorum.

Zamanda yolculuğa yeni bir soluk

Nihayetinde Kült’ün gizemli yolu Absentium ile kesişiyor ve romanı bitirip arkanıza yaslandığınızda ortaya bambaşka bir dünyanın kapıları açılıyor. Yazarın, bu garip dünyayı genişletip yeni eserlerle karşımıza çıkıp çıkmayacağı bilinmez ancak okurlardan gelen tepkilere bakılırsa Kült ve Absentium, kendi yollarını çoktan çizmişe benziyorlar. Hikâyenin bitiminden hemen sonra ise iki kısa öykü bekliyor okuru. İlkinde belirsiz bir gelecekte yükselişe geçen yapay zekânın insan hayatını tasarladığı ve kontrol dışı hareketlere izin vermediği bir gelecekte yaşanacak muhtemel hukuk süreci konu ediniyor. İnsan olmak ediminin sorgulandığı bu öyküde bizim için “uygun bulunan” bir hayata başkaldırının filizleri göze çarpıyor. İkinci öyküde ise yazar, zamanda yolculuk fikrini delilikle harmanlıyor. Hayatın siyah ve beyaz gibi ikilemlerle sürmediğini, gri alanlarda yapılabilecek işlerin de belirleyici olabileceğine vurgu yapan bu kısa öykü, zamanda yolculuğa yeni bir soluk getiriyor.

Absentium – Yazarın Dönüşü, gerek anlatımı ile gerekse de kahramanlarının sıcak yoldaşlığı ile içinizi ısıtacak samimi bir düş. Roman, kendi bedeninizi olumlamanıza yardımcı olurken, talihinizin dönmesine sebep olacak olaylar zinciri hakkında hayallere kapılacağınızı garanti ediyor. Kim bilir, belki de Absentium ile Kült Evreninin kıyısında dolaşırken içine düştüğünüz en buhranlı gecede kapı çalar ve beklenen talih odanıza konuk olur.

Okuru bol, yolu açık olsun.