“Ördeğim diye yüzmeyi bildiğimi varsayıp beni suya atmayın.” Marvic*
Gözlerini gecenin kör karanlığında ani bir fren sesiyle açtı. Farlarıyla uzaktaki ağaçları bile aydınlatan kendine hayrı olmayan külüstür kamyoneti gördüğü halde görmemiş gibi yapıp put gibi durmaya çalıştı. “Allah Allah,” diyerek başını bir sağa bir sola çevirdi; hiçbir şey seçemedi. Issız ve karanlık yol boyunca uzun aralıklarla dizilmiş sarı sokak lambaları bu kadar korkmasa etrafı seçebilecekti ama uzun bacaklı lambaların titrek ışıkları daha yere değmeden kaçışıp gittiğinden o da hiçbir şey göremiyordu.
Hafızasını biraz zorlayınca akşam üstü samanlığın kapısının açık olmasını fırsat bilip avluda dolaşmaya çıktığını,
sonra kuyruğunun altından boğazına oradan da gagasının altına doğru birdenbire esmeye başlayan alaycı
rüzgarla önünü göremeden bir o yana bir bu yana koşuşturduğunu, avlunun çitlerine çarpıp yere yuvarlanıp sonra tekrar koşmaya devam ettiğini hatırladı. Rüzgarla bu kadar uzaklaşmış olabilir miydi? Etrafta tanıdık hiçbir şey de yoktu!
“Kalkıp yürürsem nerede olduğumu anlayabilirim belki,” diye düşünüp küçük hareketlerle bulunduğu yerden kalkmaya çalıştı. Altındaki çamur onu sanki domateslerini çalmış gibi yakaladığından başaramayınca kıvırcığın en taze yerlerini yerken tatlı bir kavgaya tutuştuğu kardeşlerini düşünmeye başladı; acaba onlar neredeydi, çözebilmişler miydi hayatın anlamını, üçüncü dünya savaşından sonra dünyanın yok olup olmayacağını, uzayda hayat olup olmadığını, ördek ve insan ömrünün uzayıp uzamayacağını, hayatta erdemli yaşamanın mı yoksa bencilce zevk almanın mı daha önemli olduğunu, iklim değişikliğinin nereye gideceğini, küresel ısınmanın aslında küresel soğumayı doğurup doğurmayacağını, bu orman tahribatının sonunun nereye varacağını, özellikle de ördek türünün sona erip ermeyeceğini, toprak degradasyonu sonucunda yıllar sonra hangi bitkileri bir daha göremeyeceğini, bu nüfus artış hızıyla yakında adım atacak yer olmayacağını, edebiyatın amacının sadece estetik ve güzellik olup olmadığını, Freud’un bir sapık mı yoksa dahi mi olduğunu, yapay güzelliğin güzellik olup
olmadığını, dünyanın ne zaman yok olacağını, ölünce nereye gittiklerini, gerçek ve doğru arasındaki ilişkiyi, yapay zekanın bir gün dünyayı ele geçirip geçirmeyeceğini, köpek balıklarının aslında insan canlısı hayvanlar olup olmadığını, kadınların neden bu kadar kendilerini geri plana attıklarını ve portakallı ördeğin ne olduğunu… Sonra yeniden saplandığı bataklığı incelemeye başladı.
O sırada nemli kayaçların içinden sürüne sürüne çıkan, bıraktığı izler ay ışığının altında gümüş bir zincir gibi parlamaya başlayan, penceresiz evi sırtından düştü düşecek bir salyangoz böldü durağan ve olağan yalnızlığı; esnek, ölçüsüz, uyaksız, ilerlemeye kapalı, köhnemiş ama söylenmeye devam etmiş, yalın ayak koşmaktan farksız bir dille kulağa hoş gelen, gösterişli ama muhtemelen bir anlam bildirmeyen bir şeyler söyledi. Belki de hiç konuşmadı kim bilir.
Ördek yüz vermek istemedi salyangoza, görmemiş gibi yaptı, yanlış anlaşılmak istemiyordu zira; yanlış
anlaşılan bir şeyi sonradan düzeltmenin imkansız, bunu yapmaya çalışmanın hayli yorucu olduğunu bildiğinden ve insan olsun hayvan olsun bir şeyi ilk duyduğunda ne anlıyorsa hangi duyguya kapıldıysa günlerce saatlerce okusa çalışsa da aynı şeyi düşüneceğinden, o ilk anladığı şeyin değiştirilmesinin imkansız olduğunu bildiğinden, bir kere yanlış bir şey söyledi mi geri alamayacağından, o anların tekrarı olmadığından, bir daha dünyaya gelse yine aynı şeyi yaşayacağından, gagasını açamayacak kadar üşüdüğünden, konuşsa da salyangoz onu anlamayacağından ve zaten kendisi de onu anlamadığından hiçbir şey demedi. Bir an içinden onu yemeyi geçirdi sonra, “Ben kimim ki onu bu hayattan çekip alayım,” diyerek ondan da vazgeçti.
Ördekten yüz bulamayan belki de zaten amacı bu olmayan salyangoz kendisine göre son sürat ilerleyip, zamansız uzaklığında geceyi orta yerinden ikiye bölen bir tünel açarken ördek ise sakız gibi çamura saplanıp kalmanın iyi yanları da olabilir diye düşünmeye başlamıştı. Şimdilik bilmiyordu; ama zaten canlıların başına gelen bir şeyin iyi ya da kötü olduğunu gerçekten kim bilebilirdi ki! Bu ördekler içinde geçerliydi!
Mukadderat deyip oturacak hali de yoktu; bazı insanların aksine hayatının hiçbir noktasında kaderci olmamıştı; doğdu doğalı tek gördüğü şey mücadele idi. Ne kadar tok olursa olsun her gördüğü yemeğe koşmuştu örneğin; her atılan tahıla, her samana, domatese, kıvırcığa… Çabalayıp alırsa ne ala almazsa kader demez başka sefere derdi. Hiçbir şey ona mübrem gelmezdi, yemek bile! Ona göre umutsuz durum vardı; sadece üstünde durmazdı. Tıpkı içinde olduğu bu durum gibi. Ve daha başka neler düşündü kim bilir. Bir ördeğin kafasından geçeni ya da geçmeyeni kim kesinlikle söyleyebilir!
O içinde bulunduğu durumu sorgulamayı sürdürürken kamyonetin içindeki Fehmi direksiyonla kavga etmekle meşguldü. Sesi duyulmuyordu ama içindeki öfke gölgesinden anlaşılabilecek kadar büyüktü. Elleri kızarana kadar direksiyona vurup küfürler savurduktan sonra durup derin bir nefes aldı ve burnundan dumanlar yükselirken kamyonetten indi. Bir anda ortaya çıkıveren asi bir rüzgar kollarından vücuduna sızınca ürperip boynunun iki yanından sarkan atkının bir ucunu sinirle sırtına doğru attı ve sonra sırayla bütün tekerlekleri kontrol etti. Kamyonetin arka çamurluğundaki ezikliğe bakıp, “Bu nasıl olmuş acaba?” dedi, nihayet sağ ön tekerlekteki patlağı görünce okkalı bir küfür patlatıp başına gelen her sıkıntıdan sonra yaptığı gibi bir kez de daha, karşılaştığı bu sorunun ardından sonsuz acılarında gezindi, her bir pişmanlığını sırayla gözlerinin önünden geçirdi. Hayatı acı bir filmdi o da acele etmeden izledi…
Maddiyat bakımından varlıklı, karakter bakımından yoksulun da yoksulu, arsız, izansız, aç gözlü, kifayetsiz muhteris, çıkarcı, sevgisiz, birbirine saygısız, öncesiz, sonrasız, altyapısız gösterişli, hataları başkalarında arayıp bulan, kıskançlığın iliklerine kadar işlediği vurdumduymaz bir ailenin daha az karaktersiz, hayli basiretsiz, mutluluğu dışarda arayan, korktuğunu epeyce belli edebilen, yakışıklı, dışının güzelliği asla içine yansımamış reisi Cesim bey’in gayrimeşru ilişkisinden dünyaya gelmiş, çok geçmeden annesini kaybetmiş, babası tarafından zoraki olarak sahiplenilerek iki erkek çocuğa istenmeyen üçüncü erkek kardeş olarak eve getirilmiş, kardeşleri, üvey annesi hatta babası tarafından sürekli itilip kakılmış, nihayetinde ortaokul ve liseyi okumak için yatılı okula gönderildiğinde rahat bir nefes alabilmişti. Eli kolu bağlı Fehmi kendini bildi bileli hep içine içine ağlayıp durmuştu.
Nadiren geldiği ailesinin yanında zamanını tavan arasında ya da çitlerin öteki tarafındaki nehirde kağıttan gemiler yüzdürüp gitmelerini izleyerek geçirmiş, üniversiteyi de talihsizlik eseri üvey kardeşi Harun ile birlikte okumuş, kardeşinin şerrinden orada da kurtulamamış, son sınıfta hayatına giren bir dolunay kadar güzel Arzu sayesinde bütün eski defterlerini kapatıp tertemiz bir sayfa açmaya karar vermişti. Evlendiği gün, cepten arayan babası Göl Kasabası’ndaki evi ve bir miktar para bıraktığını söyleyip helallik istedikten sonra intihar edince Fehmi hamile karısıyla gitmiş Göl Kasabası’ndaki kulübeye yerleşmiş ona dünyanın en güzel kızı gibi görünen karısıyla, geçinip gitmeye başlamıştı.
Nikahtan 8 ay sonra kızını kucağına alan Fehmi, bir yandan babasının neden telefonda intihar ettiğini kendi kendine bir köşede ölmediğini ya da başka birini değil de neden kendisini arayıp intihar ettiğini, silahı sıkmak için neden telefonu kapatmayı beklemediğini, babasının beyninin ne kadarının telefona sirayet ettiğini düşünürken bir yandan da kirli ve karanlık işleriyle ünlü Ciryallerin kendisine bırakılan miras yüzünden hayli rahatsız olduğunu öğrenmiş, yetmezmiş gibi bir gün de üvey kardeşi Harun’u kulübesinin dışında yakalamış, eşi ve kızıyla birlikte Göl Kasabası’ndaki evinde iyice diken üstünde yaşamaya başlamıştı. Harun’un mazereti hazırdı: “Evi boşalt mirası bize devret yoksa kötü olur diye geldim!”
Fehmi imkansızlıklar yüzünden hiçbir şey yapamayıp kasabada yaşamaya devam etmiş, aylarca başlarına bir şey gelmesin diye Arzu’nun ve kızının yanından ayrılmamıştı; ta ki o güne kadar… Karısı bir gün öğle yemeğinden sonra oje istediğini söyleyince Fehmi kamyonetine atlayıp şehre inmiş, şehirdeki makyaj malzemeleri satan ilk dükkana girip kırmızı rujlu bol fondotenli tezgahtara oje alacağını söylemiş ve kendisi için aldığını sanmasınlar diye de karısı için olduğunu da vurgulamıştı. Fehmi isteği ve söyleme biçimi nedeniyle kıkırdayan kahverengi gözlü tezgahtarın gözlerine bakıp, neden bugüne kadar hiç renkli gözlü tezgahtar görmediğini düşünmüş sonra tekrar etmişti: “Karıma alacağım!”
Tezgahtar bir şey demeden, yan gözle Fehmi’yi süzerek sakızı patlatıp sormuştu: “Hangi renk seversiniz?”
“Karıma alacağım dedim ya! Nereden çıkardınız kendime alacağımı? Siz beni dinlemiyor musunuz!”
“Tabi tabi karınıza alacaksınız da hangi renk?”
“Sarı ve beyaz istiyorum. Papatya yapacak tırnaklarına sevgili eşim.”
Fehmi utanarak ojeleri alıp, “Karım bekler,” diyerek kıpkırmızı bir suratla koşarak dışarı çıkmış, parayı ödemediğinden tezgahtar koşmuş arkasından uluorta en tiz sesiyle bağırmıştı: “Beyefendi ojenizin parasını ödemediniz!”
Fehmi dişlerini sıka sıka, “Benim değil karımın,” diyerek cebinden para çıkarıp saymadan verirken, o sırada etrafındaki herkesin ona bıyık burkarak baktığını görünce bağırmıştı: “Çekilin Karagöz oynatmıyoruz burada!”
Homofobik aynı zamanda da homohobik insanlardan kaçan Fehmi köşeyi döndükten sonra düşüne düşüne
kamyonetin kontağını çevirmişti: “Ne yersiz bir çekingenlik ve sonrası ise tam bir çirkinlik! İnsanların en
çok eleştirdikleri şeyi çılgınca sevmeleri de ayrı bir ilkellik, banallik! Demek ki gay olsam tenhada bulsalar sevecek açıkta görseler dövecek bu haydutlar!”
Söylene söylene yola çıkan, yolun kenarındaki otostopçuya dikkatle bakıp durmadan geçen Fehmi’yi kasabaya çıkan ormanlık alanda kötü bir sürpriz bekliyordu; yolun ortasında boylu boyunca yatan bir ağaç… Kahpe felek ağ yerine ağaç atmıştı yola sanki. Hemen karısını aramıştı cepten; ne açan vardı ne de bir meşgulüm diye kısa mesaj atan, Whatsapp dersen tek çizgi. Ve zaten bazıları saklıyor okuduğunu, gördüğünü. Ne sinsice!
Ağacı saatlerce uğraşıp ancak yoldan çekebilen Fehmi gece yarısını geçe ancak eve varabilmişti. Manzaraysa içini delmiş geçmişti; karısı bir yerde kızı bir yerde kan içinde. Fehmi hayata küsmüş küsmesine ama göstermemiş çünkü o bir öksüz; ağlamayı çocukluktan unutmuş bir anasız. Ağlasa koşacak kimsesi yok ki ağlasın! Fehmi hayata nasıl küsmesin; hayat kafayı Fehmi’ye takmış vurmuş da vurmuş! Tek bir isteği olmuş; Arzu ile sonsuza kadar kulübede yaşamak ve yaşlanmak… Bu bile çok görülmüş Fehmi’ye. Şimdi de tekerleğini patlatmıştı Fehmi’nin felek. Gecenin köründe ıssız bir yerde sırtı patlamış tekerleğe dayalı kalakalmıştı. İnsanın arkası neyse o da odur derler. İşte Fehmi’nin arkası da oydu; patlak bir tekerlek!
Geçmişin pek iç açıcı olmayan kösnül acılarında yere çöküp kalan bir süre de kulübenin ilerisindeki düzlükte toprağa verdiği kızı ve Arzu’suna ağlayan Fehmi geçmiş peşini bırakmadığından bu kez de karakolu hatırladı. ‘Kesin onlar yapmıştır’ diyerek Ciryalleri şikayet etmişti etmesine o gün ama bir sonuç alamamıştı, aile herkesin gözü önünde bir kapıdan girip ötekinden çıkmıştı. Ya o kasabalılar… Fehmi’ye göre cinayeti hepsi görmüş ama biri bile çıkıp, “Evet gördüm,” dememişti. Ciryaller tarafından satın alındıklarından emindi. Yoksa nasıl ve neden bir yaz akşamında kapı pencere açık gezinirken cinayetle ilgili hiçbir şey görmediklerini duymadıklarını söylesinler. Fehmi kendini, “Mutlaka Arzu bağırıp yardım istemiştir,” diye diye paralamıştı.
Katillerin cezalarını da vermişti Fehmi, onlara yaptıklarının ve yapmadıklarının hesabını sormuş, baltayla üstlerine yürümüş birinin kafasını parçalamış öbürünü tam öldürecekken elinden kaçıp kurtulmuştu. Fehmi, “Oh olsun,” demişti demesine ama olan yine ona olmuştu; hapse atılmıştı; hem de tam iki sene…O anda ve hapisteki iki yıl boyunca ağzı sıkça, “Oh olsun,” diyen Fehmi söyledikçe ferahlamak yerine daha da sinirlenmiş, intikam isteği anasını emen bir buzağı gibi yüreğini iştahlandırmış. İşte bunun için özgürlüğünün o ilk gününde babasının tek işe yarar hediyesini -telefonla intihar etmesinden önce verdiği kulübe ve biraz paradan başka tek işlevsel hediyesi-
ortaokula başlarken aldığı saati satıp bir tüfek ve kamyonet almış, eşi ve kızının katledilmesinde payı olduğunu düşündüğü kim varsa hepsini sıraya koyup kurşuna dizmek için yola çıkmış, altındaki külüstür kamyonetle ilk hedefi Ciryallerin yaşadığı eve gittiğinde camın dışından salonda oturan bir tek Harun’u bile tetiği çekemediğinden vuramamış, öfke ve nefretini bu kez tamamen kendisine yöneltip kamyonetine atlayıp Göl Kasabası’na doğru hızla yol almaya başlamıştı.
Hayatın her hamlesine mukavemet etmesinden, hiçbir şeyi ona altın tepside sunmadığı gibi insanüstü çaba
göstererek elde ettiği şeyleri de elinden almasından bıkan Fehmi, intikamını bile alamayan bir ödlek olduğunu sandığı için hayattan da vazgeçmiş, en güzel günlerini geçirdiği kulübeye gidip orada can vermeye karar vermişti. Fehmi sırtı patlak tekerleğe dayalı bir kez daha babasını düşündü. O gün silah patladıktan sonra Cesim beyin et parçalarının telefondan yüzüne fışkırdığını sanıp yüzünü yıkamıştı. Bu hatıralar neden en olmadık yerlerde gösterime giriverir anlaması mümkün değil ve kontrol etmesi de…
Fehmi de işte o karanlık yolda o anı hatırlayıp bir kez daha yıkar gibi yaptı elini yüzünü. Hayatta hep müteyakkızda olmak zorunda kalan, bu çabadan fazlasıyla yorulan ve bıkan Fehmi hala tetikteydi ancak bu sefer yaşamak için değil ölmek için!
İsyan etmekten, pişman olmaktan, tiksinmekten yorulan Fehmi başını kaldırıp bir Göl Kasabası’nı içinde saklayan Bolkar Dağları’nın en yüksek yamaçlarına baktı bir sırtını dayadığı tekerleğe. Gözpınarlarında biriken yaşları öfkeyle silip son bir gayretle yerinden kalktı ve kamyonetin arkasında duran yedek lastik ile ön koltuğun altında bulduğu krikoyla bijon anahtarını alıp sinirle tamirata girişti. Önce bijon anahtarını alıp bijonları gevşetti hızlı hızlı sonra krikoyla arabayı kaldırdı. Gevşettiği bijonları eliyle söküp çıkardı o sırada aklında pek çok şey vardı:
“Babamın evinde tavana kadar yükselen kitaplıklar yoktu, hatta hiç kitaplık yoktu. Kitaplığa benzer bir şey olduğunu düşünebiliriz ama o bile yoktu. Kitap denilince aklın Kuran bile gelmiyordu bunların, ateist bile değillerdi, düşünce yoktu kafalarında, düşüncesiz eylemler, eylemsiz düşünceler kadar tehlikeli bence…”
“Çıkarlarını bir kere göz ardı etmeye başladın mı işte böyle taca atıveriyor hayat insanı; istemediğin şekilde unutulup gidiyorsun, en kötüsü de herkesten nefret ediyorsun aslında kimseden nefret etmeden. 100 yaşına kadar aradığı şeyi bulamayan var! Bir yerde durmak lazım! Koyvermek lazım. Bazen en güzeli hiçbir şey yapmamaktır! İşte ben de böyle her şeyi bilip yapmayanlardanım!”
Fehmi anlamadığı sözlerin ağırlığından uyuşurken çamurun içine saplandıkça saplanan ördek durumunu görmezden gelmeyi bırakıp tekrar ayağa kalkmayı denedi; bir kez daha gövdesini kaldırmayı başaramadı.
Her ne kadar üşüdüğünde ve güneşte gagasıyla diplerini parlattığında vücudunun etrafını bir hare gibi
saran tüyleri onu şişman gösterse de minicik bir bedene sahipti. Bu cüssesi onu ağır işlerden alıkoyuyordu; böyle bir çamurdan çıkmak için fil gibi kuvvetli olmak lazımdı. Ama zaten bir fil olsa bu bataklıkta çırpınıyor olmazdı ki… Bir kez daha sağına soluna baktıktan sonra çabalarının sonuçsuz kalacağını anlayıp başını gövdesinin üstüne doğru kıvırıp öylece durmaya karar verdi. Bir taraftan da ara ara boynunu uzatarak burnundan soluyarak söylenen meçhul adamı keşfetmeye çalışıyordu. Fehmi’nin ağzından belli belirsiz dökülüyordu kelimeler:
“Kimsesiz bir kalabalığın içinde olmaktansa erdemli bir yalnızlığı hoş görmeyen topluluğun niyetini sorgulamadan durabilenler bunu inandıklarından mı yapıyor yoksa çıkarlarına uyduğu için mi?”
O sırada ördek sol ayağının üst ekleminde, oturunca bir tepeciğin oluştuğu, kenarlara yapışan tüylerin açıklığından görünen pembe buruşmuş derisinin üstünde bir acı hissetti, eğilip bakınca kımıldayan bir karaltı gördü. Bir karıncaydı o. Bu karanlıkta görmesi imkansızdı aslında ama teni öyle açık ve parlaktı ki üstündeki karınca da olsa karanlığa rağmen görülebiliyordu. Karıncayı tek hareketle midesine indirdi, ağzına ojeyi andıran bir tat gelince tükürmeye çalıştı. Karınca kıyamet günü geldiğini sandı. Kıyamette yer ve gökler yok olduktan sonra tekrar yaratılacak mıydı acaba diye düşündü. Bütün bu yer ve gök alemleri, kıyamet gününde varlık veya vasıf olarak değişecek, başka bir mahiyet alacaktı da karıncaya ne olacaktı? “Kıyamet gününde insanlar, tertemiz bir daire gibi beyaz ve parlak bir yer üzerinde haşrolunacaklar,” deniyordu ama karıncalara ne olacağı söylenmiyordu. ya da en azından o bilmiyordu. Karınca şehadet getirip korkudan tir tir titrerken ördeğin gagasının arasındaki ıslaklıktan kurtulup gagası boyunca dizili küçük dişlerine tutuldu. Ördek ağzındaki kötü tadı yok etmek için diliyle dışarı itti
karıncayı bu kez de. Karınca ördeğin koca dilinde bir o yana bir bu yana gidip gelirken tutunmaktan yorulup taksiratına güvenip gözlerini kapadı. Teslimiyet mutluluk verdi karıncaya birden her yer aydınlandı cennete gittiğini sandı sonra ördeğin ağzından bataklığa düştü. Nerede olduğunu anlaması uzun sürmedi. Bir çukur bulup sindi yorgunluktan uyuyakaldı.
Düşünmekten yorulan ördek artık göz kapaklarını açık tutmakta zorlandığı bir anda Fehmi’nin elindeki krikoyu yere düşürmesiyle bir kez daha irkildi. Arabanın olduğu yöne bakmadan ne olduğunu anlayabilme umuduyla boynunu uzatıp uzaklara baktı, adamın neye bu kadar sinirlendiğini düşündü bu sefer de. Sürekli kızacak bir neden bulabiliyordu. “Ne kadar da sıkıcı,” dedi kendi kendine sonra kamyonetin farlarında uçuşan Ağustos böceklerine bakıp iç geçirdi; karnı acıkmıştı. Acıkınca aklına yemek yerken yarıştıkları kardeşleri geldi; samanlıkta koyun koyuna uyuduklarını düşünüp gülümsedi.
Belki de gagasının iki yanı yukarı doğru kıvrık olduğundan gülümsüyor gibi göründü, ya da hep gülümsediği için gagası öyleydi kimbilir. Artık işini bitirmiş olan Fehmi gittikçe daha fazla hissizleşen ve güçsüzleşen elleriyle eski tekerleği, krikoyu ve bijon anahtarını kamyonetin arkasına fırlatınca ördek bir kez daha kulak kesildi. “Ne kadar da sakar,” diye düşünüp, boynunu uzatıp yine o yöne bakmadan Fehmi’yi dinledi. Söylediklerinden tek kelime anlamasa da güzel şeyler olmadığından emindi. İnsan dilini konuşamayan anlayamayan ördek pek çok duyguyu yakından tanıyordu; sevgiyi, nefreti, acıyı, korkuyu bir de suçluluk psikolojisini.
Kafası karmakarışık olduğu için tam olarak ne istediğini de kestiremiyordu; hem bu meçhul adamın kendisini görmesini istiyor hem de ona ne yapacağını bilmediğinden istemiyordu. O nedenle kah kendini göstermek için dikleniyor kah başını gövdesinin üzerine yatırıp çamura iyice kendini gömüyordu. İçinde bulunduğu duruma müdahale edecek, kurtulacak, kaçacak ya da saklanacak durumda olmadığı için her şeyi gidişatına bırakmaya karar verdi ve yine boynunu gövdesinin üstüne devirdi.
Artık tamiratı bitiren Fehmi büyük yalnızlığının tesirinde ayaklarını acılarla dolu kuyularının içinden çeke çeke şoför mahalline doğru yürümeye başladı. Her adımda biraz daha derine battığından, ayağını kaldırması güçleşiyordu sanki. Yorgun bedeni düştü düşecek, öldü ölecek, bitti bitecek gibiydi.
Kamyonetin kapısını açtığında yolun solundan gelen bir çıtırtı nedeniyle durup umursamaz gözlerle etrafına baktı, hiçbir şey göremeyince arabanın ön camından torpidoya uzanıp el fenerini aldı ardından arka koltuğa yatırdığı tüfeğini kontrol etti. Çalışmayan mavi el fenerini vurarak yakıp çıtırtının geldiği yöne çevirdiğinde yolun kenarındaki çalılıkta aç gözlerle bir noktaya sabitlenmiş olarak duran tilkiyi fark etti. Tilkinin iştahla baktığı yöne doğru kayan fener bu sefer cesaretle put gibi duran ördeği aydınlattı. Daha iki aylık var ya da yok küçücük sarı bir ördek yavrusuydu karşısındaki. O sırada artık herkes birbirinden haberdardı; tilki Fehmi’den, Fehmi ördekten, ördek tilkiden…Bir süre hepsi birbirine baktı, sonra ilk hareket eden Fehmi oldu oldu. Tilkiye eliyle bir ‘kış” hareketi yaptı, tilki tabanları yağladı.
Fehmi tam arkasını dönüp gidecekken, ördek içgüdüsel olarak o tilkinin kendisini yemeden oradan gitmeyeceğini bildiğinden sessizliğini bozmaya karar verip ‘cik’ dedi. Bir an duraksayan Fehmi dönüp ördeğe bir kez daha fener tuttu. Işık vuran gözleri iyice açılan ördek balmumu heykel gibi durmayı sürdürürken Fehmi feneri kapatıp “Seninle uğraşamam,” diyerek açtığı kapıdan şoför koltuğuna oturdu. O an için tek şansının gitmekte olduğunu gören ördek yaşlı ve öfkeli yabancıya bu sefer iki kez ‘cik’ dedi. Baktı ki umurunda değil bir kez daha bu sefer uzun bir ‘ciiiiik’ sesi çıkardı. O sırada Fehmi de tilki hala yakınlarda mı diye feneri sağa sola çevirip duruyordu; oradaydı, geri gelmişti.
Hayata ve insanlara küsmüş, başına gelen her şeyi büyük bir karamsarlıkla sırtında taşıyan, yeminler ettiği halde intikamını bile alamayan, mütemadiyen ölümü düşünen Fehmi ‘Tamam be tamam! cikleyip durma alacağım seni oradan!’ diyerek arabadan inip yol kenarındaki bataklığa basar basmaz kayarak düşünce bir kez daha sinirlendi. Kalkıp üstünü bile temizleme gereği duymadan ördeği çamurdan alıp söylenerek kamyonete doğru yürümeye başladı: “Budala! Benim kendime hayrım yok. Bula bula beni mi buldunkarşısına çıkacak! Gece gece işe bak.”
“Cik.”
“Tamam sinirlenmeyeceğim. Sinirlensem ne olacak ki…”
Fehmi konuşuyordu konuşmasına ama sesi sanki kendi sesi değil gibiydi. Sanki başka birisinin olabilirmiş gibi! Dudakları oynarken dökülen kelimelere uzanmak ve yakalamak istedi, yapamadı, gittikçe uzaklaştı sesi kendinden, o da sustu. Ördeğin ise tek derdi tilki olduğundan, boynunu uzatıp hala oralarda mı diye görmeye çalıştı. Öksürerek külüstür arabayı çalıştırmaya uğraşan Fehmi’nin aklına ördeğin herhangi bir yerinin kırık olup olmadığına bakmak geldi. Ördeği direksiyonun üstüne doğru kaldırıp sağına soluna bakıp bir şeyi olmadığını anlayınca yan koltuğa bırakıp söylenerek kontağı çevirdi:
“Yol arkadaşlığı yapacağımı sanıyorsan yanılıyorsun dostum! Ya da senin hayatını kurtardım diye ölene kadar minnettar kalmanı izleyeceğimi… Minnet duyan insanın zamanla bundan yorulup nefret duymaya başlayacağını ördek olmana rağmen sen de biliyorsundur. Durduk yere seni kendimden neden nefret ettireyim! Beni kimsenin sevmesine ihtiyacım yok! Bir kişi sevsin yeter. Arzu sevsin sadece! Ama o da öldü dostum! Kuzu kuzu intihar etmeye gidiyorum ben dostum, üstellik çıkıp elimi tutup yapma diyecek kimse de yok! Acı çekmeyeceğimin garantisini de veremiyorum kendi kendime, bilsem hiç durmam… Hala da sözüm geçerli. O yüzden birazdan ineceksin!”
Sonra radyoyu açtı: “Adolf Hitler 20 Nisan 1889 tarihinde Avusturya’da doğdu. Bilinenin aksine kendisi Alman değil, bir Avurturyalıdır. Hitler eğitim hayatı boyunca oldukça başarısızdı. Bu nedenle ressam olabilmek Viyana Güzel Sanatlar Akademisi sınavına girdi ancak kazanamadı. 1912 yılında Almanya’nın Münih şehrine taşındı.”
Hitler’in Hitler olacağını bilse bebekken öldürür müydü diye düşündü. Cevabı çok basitti ama söylemesi
de yapması da zor geldi kanal değiştirdi.
“Osmanlılarda, yeniçerilere silah yapan ve tedarik eden ve bunları nakil vasıtasıyla orduya yetiştiren askeri sınıfa “cebeci” denirdi.” Başka kanala geçti: “İngiltere tarihi, 5. yüzyılda Britanya Adasına Anglosaksonların ayak basmasıyla başlar. Anglosaksonlar kendi adını verdikleri adaya yerleşip, 6 ve 7. yüzyıllarda birbirine rakip küçük krallıklar kurdular. Sekizinci yüzyılda Roma ve İrlanda’nın etkisiyle Hıristiyanlığı kabul eden Anglosaksonlar, Avrupa’yı da etkileyen bir medeniyet meydana getirdiler.”
Bunu da sevmeyen Fehmi arabayı hızla sürerken başka kanalı açtı: “Yaban ördeğinin tüyleri yolunur, içi temizlenir, tütsülendikten sonra iyice yıkanır. Bir tavaya tereyağının yan ısıra yarım bardak zeytinyağı konur. Bu tavada ördeğin her yanı iyice kızartılır. Ördek iyice kızardıktan sonra içi, dışı tuzlanır. Yüreği, ciğerleri ve katısı da kızartılır. Sonra ördekle içindekiler pyrex bir kaba konur, içinde kızartıldığı yağ üzerine dökülür. Kap orta ısılı bir fırına konur ve ördek salçasıyle ıslatılarak pişirilir. Portakalların kabukları beyazları kalmıyacak biçimde soyulur ve ince şeritlere doğranır ve kaynar suya atılarak bir süre haşlanır.”
Fehmi radyoyu kapatırken ördeğe baktı, gülmeye çalışarak, “Belki de yerim seni,” dedi. Araba hareket edince koltuğun arkasına doğru kayan ördek radyoda ne anlatıldığını ve Fehmi’nin ne dediğini anlamadığından mutluydu. Bazen bilmemek en iyisiydi. Aslında her zaman bu kural geçerliydi. Çünkü ördek ya da insan olsun bilip öğrendikçe gereğini yapmaya çabalar yapamazsa üzülürdü. Bilmeyince çaba göstermeye de gerek kalmazdı. Hayat hiçbir şey bilmeyenlere güzeldi yani. Ama ördek mutluluğunu duyarsızlığından almıyordu. O çevresine karşı hep ilgili bir ördek olmuştu. Tek kusuru vardı o da karşısına çıkan zorluk her ne olursa olsun çok üstünde durmamasıydı. Hatta içinde bulunduğu durumun keyfini çıkarırdı. Belki de bu iyi bir şeydi kim bilir. Vazgeçmeyi bilirdi, bunu bildiğinden hayat yeni fırsatlar çıkarırdı karşısına. Şimdi de merakla kamyonetin içini inceliyordu. Çok geçmeden sıcak bir yer bulmanın rehavetine kapılmaya başladı ve biraz da düşmemek için gövdesinin üstünde koltuğa oturdu.
Araba yoldaki tümseklere takıldıkça ördeğin minik gövdesi yukarı aşağı gidip geldi. Çalılarla çevrili yol bitip ormanlık alanda yol almaya başladıklarında Fehmi hala ördeği bırakabileceği bir yer aramakla meşguldü. Oralarda bırakması akıl karı değildi zira bir saat geçmeden iki ya da dört ayaklı bir yırtıcı alıp midesine indirirdi. Kimi kesip pişirerek kimi doğrudan, sonuç değişmezdi. Böyle bir yerde küçücük bir ördeğin yaşamasına imkan olmadığına karar verip külüstür kamyoneti daha da hızlı sürmeye başladı. Bir miktar kamburu çıkmış, eskimiş giysileri üzerinden dökülen, saçı sakalı birbirine karışmış Fehmi acılarından acı beğenerek körükledi gaz pedalını.
“Bu anlarımızın tekrarının olmaması ne acı. Mesela ben seni görmemeyi umuyorum diyelim ne yapacağım? Şimdi gidip geri bıraksam aynı etkiyi vermez ki! Bir kere girdin hayatıma. Ben istemeden hem de. Hayat sufle vermiyor ki hiç. Verse duyar duymaz istemiyorum der kaçardım senden. Buna hakkım yok mu? Olmalı! Hayatıma sürekli karışılıp durmasından sıkıldım anlıyor musun!”
Habis bir ur gibi içinde büyüyen insanlara duyduğu nefret nedeniyle günden güne bir hayalete dönüşen buna rağmen hala gaz pedalını körükleyebilen Fehmi, karanlığın onu bir girdap gibine içine çektiğini apaçık gördüğü, vücudundan boşalan soğuk terlerle hissettiği halde buna engel olamıyordu. Anlatmaya devam etti:
“Kimsenin beni anlamasını istemiyorum artık. Sadece defolup gitsinler istiyorum. Rahat bıraksınlar beni. Özgür olmak istiyorum. Herkes üstüme üstüme geliyor. Kaçmasam tepeleyip geçecekler tepelediklerinin farkında bile olmadan. Kaçmaktan yoruldum. Mesela bazen ben de yürüyorum üstlerine. Kimse görmüyor beni. Çok mutsuzum dostum. Çok yalnızım!”
“???”
Yoldaki tümsek nedeniyle bütün parçaları ayrılacakmış gibi sıçrayan kamyonet onu yukarı doğru fırlatınca kafasını tavana çarpıp daha da sinirlenen genç adam gaza biraz daha yüklendi; bu lanet olasıca şehirden, lanet olasıca insanlardan ne kadar hızlı uzaklaşırsa o kadar iyi diye düşündü. Hep aynı yöne bakan bütün insanlar gibi, günden güne değişen, ruhunu saran karanlık yüzünden algı mekanizmasını kaybeden Fehmi, hissizleşmiş silikleşmişti ve bunun farkındaydı. Radyoyu açtı cızırtıdan başka bir şey yoktu elinin tersiyle kapattı.
Fehmi’nin alengirli, bolca entrika, acı, dram, yoksunluk ve yoksulluk dolu hayatının aksine yalın bir yaşamı olmuş, küçük mutlulukların peşinden koşmuş, çözemediği her şeyi hemen unutmuş, elde edemediği şeylerden hemen vazgeçmiş ördek ise şimdi de yine aynı nedenlerden ötürü külüstür kamyonetin içinde oraya buraya savrulurken kuş tüyü bir döşekteymişçesine mutluydu. O her sabah gülümseyerek doğan güneşe aşıktı; ufacık bir rüzgarda el sallamaya başlayan ağaçlara, ileri geri eğilerek onu selamlayan papatyalara, boyunu aşacak kadar büyüyüp saklambaç oynamasına yardım eden buğday başaklarına, huzurla gövdesini dayayıp ona uyuma şansı tanıyan sarı samanlara, üstünde oynamasına kızmayan, o koştukça vıcık vıcık sesler çıkararak onunla konuşan çamurlara gönülden bağlıydı. Günün yarısını harcayıp onları parlatmaya değer olduğunu her seferinde gösterdikleri için vücudundaki her bir tüyün hayranıydı, her yere sokabildiği gagasına yanıktı… Daha ne olsun. Şu anda içinde bulunduğu belirsizlik de sürüp gidecek değildi, mutlaka bitip gidecek ve bambaşka çiçeklerin içinde koşmaya
başlayacaktı yine. Kim bilir ne güzel çiçekler görecekti gittiği yerde…
Tatlı tatlı etrafa bakıp hiçbir şey göremeyen ördek, “Şimdi biraz da yere bakayım,” diyerek koltuktan kendini aşağıya bıraktı. Bir eliyle direksiyonu tutup yola bakmaya çalışırken öbür eliyle çırpınışlar arasında güçlükle ördeği yakalayıp yerden alıp tekrar koltuğa bırakan Fehmi, “Uslu dur istersen. Yoksa seni burada indiririm şimdi,” dedi
sonra kendi kendine, “Anlıyor gibi de anlatıyorum işe bak,” diye mırıldandı. Dünya yansa umurunda değil
olmayacak da sanıyordu Fehmi. Yine de hayvanı kaderine terk etmemişti. Şimdilik! Ördek o sırada kapkaranlık camlardan dışarıya bakıp etrafı seçmeye çalışıyor aracın hızına göre koltukta sağa sola yalpalıyordu mutlulukla.
Nihayet ormanlık alan bittiğinde bir süre de bulutların arabanın farlarını içine çektiği kıvrımlı bir yoldan devam ettiler, tırmandıkça tırmandılar altlarında külüstür kamyonet, sağ sol alabildiğine pus, sis ve ara ara atıştıran damlalar… Fehmi geriye doğru baktığında kentin ışıkları binlerce kilometre geride kalmış gibi hissetti. Büyük yalnızlığı karşısında içi burkuldu bir anlığına; ailesiyle sevdikleriyle gülüşerek yemek yiyen, sohbet eden hatta hiçbir şey yapmadan oturan belki kavga eden insanları düşünüp bir kez daha isyan etti. Dünyada kötü şeyler sadece onun başına geliyordu; bundan emindi.
Tepelere doğru bir süre daha gidip, artık araba yolu bittiğinde kamyoneti durduran ve el fenerini yakan Fehmi arka koltuktaki tüfeği sırtına asıp kendisine uzanan elden kurtulmak için kaçarken yere düşen hayvanı yakalayıp sıkı sıkı tutarak araçtan indi. Aracın kapısını hışımla kapatan Fehmi, “Hadi bakalım biraz da yürüyeceğiz,” dedi ördeğe ya da oradaki, taşlara, tepelere, otlara… Belki de konuşan Fehmi bile değildi.
İnsanları sevse de kucağa alınmaktan hiç hoşlanmayan ördek kayalıkların içinde güçlükle yürüyen Fehmi’nin her hareketinde biraz daha rahatsız oldu sürekli konuştu durdu kimsenin anlamayacağı şekilde. Muhtemelen, “Nereye gidiyoruz?” dedi, “Daha ne kadar tırmanacağız? Yol ne zaman bitecek?” dedi, “Daha gelmedik mi?” dedi, hatta belki, “Beni geri götü çamura bırak,” bile demiş olabilir. Fehmi, hayvanın sürekli mırıldanıp kımıldayıp hareket etmesinden sıkılıp ve biraz da sinirlenip, “Sanki seni boğuyoruz. Kıpırdama yeter!” diyerek paltosunun cebine koydu. Hayvan orayı da sevmedi çok dar olduğu için ve panikle debelenmeye başladı. Bir ayağı cepteki delikten dışarı çıkınca kayıp düşmekten korkup çırpınmayı bıraktı ve etrafı keserken güçlükle çıkardığı gagasının üstündeki deliklerden nefes almaya çalıştı.
Fenerini önüne, sağa sola tutarak patikadan tırmanmaya devam eden Fehmi nihayetinde başka bir düzlüğe
çıktığında bir an durakladı, önce acıyla etrafına sonra ördeğe baktı. Ördek de cepten çıkarabildiği büyük gagasının üzerinden ona baktı. İlk kez doğrudan birbirlerine bakıyorlardı, sonra ikisi birden kafasını çevirdi. Beraberce iki tepenin tam ortasında, dar ve uzun bir koridoru andıran vadide yürümeye devam ettiler. Her adımda ayakları biraz daha ağırlaştı, o kısacık yol Fehmi için uzadıkça uzadı. Bastığı toprak kor ateş olup ayaklarını yaktı yine de durmadı, dursa devam edemeyecekti çünkü. Devam edemezse olduğu yerde kalırdı heykel gibi, kasabalıların çaput bağlayıp dilek dilemeye başlaması hiç de uzun sürmezdi…
Yüz metre kadar sonra koridor bittiğinde yemyeşil bütün karanlığı ve kışın ilk soğuğunu arkalarında bırakarak bir düzlüğe çıktılar. Birden bire aydınlanmıştı sanki her yer; ne bir damla yağmur vardı ne de o kışın ilk soğuklarının şarkısını söyleyen rüzgar. Gökyüzünde çanak gibi parlayan bir ay, binlerce yıldız, hepsi bir olmuş ördek ile Fehmi’yi selamlıyordu. Hayvan mutlulukla sağa sola bakıp çıkmak için yeniden çabalamaya başlamışken Fehmi başını önüne gömdü gümüş renkli aydınlığa inat, hızlı adımlarla göl kenarından yürümeye başladı. Ara ara Fehmi’nin gözlerinden ördeğin minik yanaklarına birkaç damla gözyaşı düştü. Hayvan yağmur yağıyor sandı, gagasını açıp gözyaşlarını sevinçle içmeye çalıştı. Susamıştı. Nereden bilsin Fehmi’nin ağladığını.
…
Alıntı: Yalnızsam Söyle -Göl Kasabası