Yalnız Postacı

Doğanın derin uykusunda uyuduğu karlı bir kış sabahında Postacı, diz kapağının altına kadar gelen karlar arasında bata çıka kasabaya doğru ilerliyordu.


Doğanın derin uykusunda uyuduğu karlı bir kış sabahında Postacı, diz kapağının altına kadar gelen karlar arasında bata çıka kasabaya doğru ilerliyordu.

Dudaklarında bir ezgi tutturmuştu ancak her nefes alışında ciğerlerine batan soğuk, şarkısını söylemesine müsaade etmiyordu. Sonunda vakti zamanında yaşadığı köydeki yaşlı bir kadının söylediği halk ezgisini bitirdiğinde kasabaya çok yaklaşmıştı. Evler açık seçik görünüyordu artık, en fazla beş dakikalık yolu kalmıştı. Bunun bilincine vardığında elini cebine atıp her daim varlığından emin olduğu, geleceğin bilinmezliğinin aksine her zaman orada olacağını bildiği şeyi parmakları arasında tuttu. Birkaç saniye ezilip büzülmüş yanlarına baktıktan sonra bunun dünyadaki en mahzun sigara olduğuna karar verdi. Bir arkadaşı bile yoktu, paketteki arkadaşlarından koparılmıştı.

Postacı onu her eline aldığında yakılma umuduna kapılıyor olmalıydı. Ne var ki büyük yanılgı içindeydi! Postacı hiç sigarasını yakmazdı. Hep dudaklarının arasında dururdu, konuşurken bile. Ama hiç yakmazdı. Bu tek dal sigarayı dudakları arasına yerleştirip tanıdık varlığını hissederken -kimse dikkat etmese de- imajının tamam olduğunu düşündü. Lacivert üniforması, güneş sıcaklık yaymasa dahi mevsim fark etmeksizin hep taktığı yine üniformaya dahil şapkası, içinde türlü türlü mektupların bulunduğu en önemli şeyi olan postacı çantası ve de son olarak mesleki olmayan, kendisine ait kişisel bir şey: sigarası.

Dört sene evvel iyi para sayıp aldığı kaliteli botlarından sol ayağına giydiği nedendir bilinmez su alıyordu şimdilerde. Bundandır ki daha işine başlamamış olmasına rağmen sol ayağı ıpıslaktı. Annesi olsa şimdi kendisini iyi bir azarlar, bu işe bir çözüm bulmasını gerektiğini söylerdi. Annesini düşünmek dudaklarında buruk bir tebessüm oluşturdu. Eski günleri özlediği söylenemezdi, zira hayatının hiçbir zamanında gerçekten mutlu olmamıştı, ancak eski günlerde silik bir hatıra olarak kalan annesinden dolayı hayatının en sevdiği günleri eski günlerdi. Hüzün aklına geldiğinde bu fikre karşı çıkan bir başka fikir doğdu. Hüzün, şimdiki zamana aitti. Bu kasabaya. Annesiyse geçmişe çözülmesi mümkün olmayan prangalarla bağlıydı sanki, bu zamanda onu düşleyemiyordu bile. Hüzün ile annesini alıp bambaşka bir zamanda, bambaşka bir yerde olmayı isterdi. Bu isteği de istediği, umut ettiği ve asla gerçekleşmediği onca şeyin arasında yerini aldı.

O kendi kendine düşünürken kasabadaki karşılıklı inşa edilmiş evlerin arasından geçmeye başlamıştı artık. Bu evlerde mektup bekleyen kimseler yoktu ancak. Birkaç metre daha ilerlediğinde gözleri iki katlı, adeta içinde bir asilzadenin yaşadığının haberini veren asil bir duruşa sahip ahşap evi buldu. Bu evde pek saygı duyduğu bir kadın yaşardı. Ellili yaşlarının ortalarında, saygın bir Hanımefendi. Ona soğuk nevale diyenler vardı, fakat bu şekilde değerlendirilirse Postacı için kendisi ile iletişime geçtiği -belki de geçemediği- her insan soğuk nevaleydi. Soğuk nevaleler arasında bir seçim yapması gerekirse kuşkusuz bu Hanımefendi’yi seçerdi. Hüzün ayrı tabii, diye parantez açmayı ihmal etmedi kafasında.

Hanımefendi’ye duyduğu saygıdan dolayı kapıyı çalmadan önce kendisine çeki düzen verdi. Onu meşgul etmemek adına çantasından ona ait mektubu çıkartıp hazırladı. Hanımefendi, Londra’da yaşayan bir lorddan, bir Beyefendi’den mektuplar alıyordu. Ona saygı mı duyuyordu yoksa onu seviyor muydu, bu Postacı’nın bileceği iş değildi. Hanımefendi ve Beyefendi, Postacı’nın gerçek isimlere olan antipatisi yüzünden onlara taktığı isimlerdi. Daha çok kişi vardı onun zihninde: Delikanlı, Işık Hanım, Hüzün, Dostoyevski, Bunak… Elbette ki Dostoyevski, bizim bildiğimiz Dostoyevski değildi. Bu konuda ileride daha çok fikir sahibi olacağınızı temin ediyorum.

Ev, Hanımefendi ve buradaki asil diğer her şeye uyum sağlayan aslan dekorlu kapı tokmağına güçlü bir şekilde iki kere vurdu. Herkes için ayrı bir kapıya vuruş şekli vardı. Örneğin Bunak, en az beş kere ve çok sert bir şekilde vurduğunda duyardı. Delikanlı daha kapıya vurmadan, adım seslerinden anlardı geldiğini ve atılırdı kapıya coşkuyla -kör kütük aşık olmanın zararları-. Hanımefendiyse ilk vuruşta duyamayabiliyordu, ikinci vuruş garantiydi. İkinci vuruştan tam olarak otuz iki saniye sonra duyduğu adım seslerinin ardından kapı açıldı ve Hanımefendi’nin canlı yüzü göründü. Onun yaşındaki bir kadın için beklenmeyen bir canlılıktı bu. Mektubun sahibi Beyefendi’yi fazla önemsiyor olmalıydı. Postacı kendini bir parça suçlu hissetti ancak bu his karşısındaki kadının konuşmasıyla yok oldu.

“Ah, buraya geldiğine göre bana da bir mektup olmalı. Öyle değil mi?” Gözlerinde heyecan pırıltıları vardı ancak Postacı tüm bu heyecanın kendisi ile ilgisi olmadığını bilecek kadar tecrübeliydi. O herkes için önemsizdi. “Evet, Hanımefendi. İşte mektubunuz…” dedi ve elindeki zarfı kadının zarif elleri arasına bıraktı. Hanımefendi zarfın üzerinde yazan adresi dahi heyecanla okurken retorik bir teklif olduğu her hâlinden belli olan bir şekilde: “İçeri girip çay içmek ister misin? Hava çok soğukmuş.” dedi. Hava gerçekten de çok soğuktu. Postacı da içeri girip çay içmeyi isterdi. Fakat şu an Hanımefendi’nin istediği şey bir misafir ağırlamak değil de Beyefendi’nin mektubunu okumak, hemen sonra da onu yanıtlamaktı. Bu yüzden Postacı, Hanımefendi içeri yeniden girdiği ve elini kapının tokmağına attığı sırada “Hayır, çok çok teşekkür ederim yine de!” dedi. Hanımefendi bunu duymamıştı bile yüksek ihtimalle. Postacı geldiği gibi sessizce giderek oradan uzaklaştı.

Sırada Delikanlı vardı. Işık Hanım, onun uzaklarda yaşayan ve kendisi sonuna kadar inkar etse de sevgilisi olan, her şeyi fazla dramatize etmekten çokça hoşlanan ve kendine ‘mustarip ruh’ diyen sefil bir kadındı. Postacı onu sevmiyordu. Ancak Delikanlı gözü başka hiçbir şeyi görmeyecek kadar âşık olmuştu bu kadına. Tam da tahmin ettiği gibi, daha verandaya çıkan merdivenleri tırmanırken evin içinden kapıya doğru koşma sesleri duyuldu ve evde yatalak annesiyle birlikte yaşayan, son olaydan anlaşılacağı üzere duyardan yoksun Delikanlı: “Mektup! Mektubumu ver, haydi! Işık Hanım neler yazdı, güzel zihninden neler döküldü öyle merak ediyorum ki! Haydi, acele etsene!”

Postacı çantasının sıkışan fermuarını açmaya çalışırken Delikanlı gökyüzüne bakarak, acıklı bir ses tonuyla konuştu. “Aramızda bu kadar çok yol olması ne acı.. Biraz ondan söz edeceğim. Yaşadığı yerde kimseyle anlaşamıyormuş. Kendisine göre kimse anlamıyor onu. Önemsemiyorlarmış da, biliyor muydun? Benim için bu kadar anlam ifade eden birinin başkasının gözünde bir hiç olması sana da tuhaf gelmiyor mu?” Sorusuna cevap beklediği falan yoktu ancak Postacı, “Gelmiyor. Her insan herkesi umursasaydı korkunç bir karmaşa oluşurdu. Biz de birbirimizi umursamıyoruz mesela.” dedi nihayet fermuarı açmayı başardığı anlarda. “Saçmalık!” dedi Delikanlı. Hâlâ göğe bakıyordu. “Sen ne anlarsın zaten edebiyattan, hah. Bana mektubumu ver artık, haydi!” Postacı daha fazla onu bekletmemek için hızla elini çantanın içine daldırıp zarfı uzattı.

Kasaba henüz uyanmadığından, nadir istisnalar haricinde kara ilk adım atan da oydu. Botları kalın kar tabakası üzerinde iz bırakıyordu. Yalnızca bir an için, dünya üzerinde yaşayıp gitmiş milyarlarca insandan birisi olarak; yeryüzünde bıraktığı tek izin bu iz olmasını diledi. Eriyip gidecek olan kara bıraktığı iz. Oysa bir insanın kalbini kırdığınızda bu kar gibi gelip geçici olmazdı. Kalp kırıklıkları öteki tarafa da taşınıyorsa Postacı’nın durumu vahimdi. Ellerinin yakasında olacağı onca insanı düşünmek bile kendisini ürkütüyordu. Aniden başına saplanan tanıdık ağrıyla yüzünü buruşturdu. Alışmıştı artık. Son birkaç haftadır onunla yaşıyordu. Ama son on gündür onu geceleri uyutmayacak kadar şiddetlenmişti.

Sırada Bunak vardı. Bunak, karısı hasta annesine bakmak için memleketine gitmiş bir ihtiyardı. Karısından mektup bekliyordu, onun yeniden yanına döneceği vakit için gün sayıyordu. Postacı onun da mektubunu teslim etti. Diğerlerinin aksine kibirle onu görmezden gelmezlik, umursamamazlık etmiyordu Bunak. O gerçekten kimsecikleri tanımıyordu. Karısı dışında herkesi -Postacı’nın ona taktığı addan gelen hastalık yüzünden- unutmuştu. Bu yüzden onunla diyalog dahi kurmadılar.

Şimdi Dostoyevski’nin mektubunu teslim edecekti. Bu adam zamanında yıldızı parlamış, şimdilerde inzivaya çekilmiş deli bir yazardı. En azından herkes öyle diyordu. Diğerlerinin aksine bu ismi ona Postacı takmamıştı. Kendisi bizzat şahsına böyle diyordu. Onu sık sık, “Ben Dostoyevski’yim. Öldüğümde reenkarnasyon ile bu bedende yeniden doğdum. İlk kez Suç ve Ceza’yı okuduğumda fark ettim bunu. Kendimi o satırları yazarken görüyordum… İnanın bana, Tefeci’nin evindeki her bir detayı, Nastenka’nın bütün kişilik özelliklerini -ve hatta onun mavi küpesini bile!… Her şeyi anlatabilirim size! Hepsi benim yazdığım kitaplar, diyorum ya. İnanmıyorsunuz bana…” derken görebilirdiniz. Postacı onun kişiliğini ilginç buluyordu. Ve… Onun mektup beklediği kişi Tolstoy’du.

Postacı’nın çaldığı kapıyı açtığında söylediği ilk şey: “Ah, yıllar yıllar önce bu zamanlar Karamazov Kardeşler’i yazmaya başlamıştım. Nasıl hissettiğimi çok iyi hatırlıyorum. Sana anlatmamı ister misin?” Dostoyevski bir soğuk nevale değildi. Postacı ile konuşuyor, onu dinliyor ve onu gerçekten görüyordu. Yine de Postacı gülerek: “Hayır teşekkürler,” dedi. Gönlünü hoş etmek için ekledi: “O kitabınızı ne yazık ki henüz okumadım bayım. Ama diğer çoğu kitabınızı büyük bir keyif ile okumuşumdur! Siz çok büyük bir yazarsınız, sizinle tanışma şerefine nail olduğum için öyle mutluyum ki!”

“Ah, çok sağolun. Utandırdınız beni. Utanç ve onun doğurduğu sorunlar hakkında bir hikâye yazmak hep içimde bir ukde olarak kaldı. Bir gün yazacağım umarım.. Neyse, bana Tolstoy’dan mektup var mı? Adam son mektubunda bisiklet sürmeyi öğreneceğim falan, diyordu. Altmış yedi yaşında bisiklet sürmek öğrenilir mi? Delirdi galiba zavallı sefil!” Bunun üzerine kahkahayı bastı. Postacı da gülmeden edemedi. Yalnızca Dostoyevski ile konuştuğunda çok mutlu hissediyordu kendisini. “Bir de Tolstoy’un Bisikleti adını mı ne takmış buna. Mektubumu ver de dalgamı geçeyim şu manyak herifle!” Postacı ona mektubu uzattıktan sonra en sevdiği ve hep sona bıraktığı adres olan Hüzün’ün evine gitmek üzere uzaklaştı.

Hüzün, yalnız yaşayan, otuzlu yaşlarının başlarında, dul ve hep üzgün görünen silik bir kadındı. Küçük evinin perdeleri hep kapalıydı, yalnızca iki ayda bir, alışverişini yapmak için dışarı çıkardı. Onun dışında bir de mektubunu almak ve ortalıkta kimse yokken verandasındaki çiçekleri sulamak için açılırdı kapısı. Mektubu ise öyle ulu orta almıyordu tabii. Postacı kapısını çalıp zarfı kapının hemen önüne bırakıyor ve Hüzün’ün göremeyeceği bir yere gidip onun kapıyı açmasını bekliyordu. Çoğunlukla, onun ince ve beyaz elleri mektubu alır, hemen ardından kapanırdı kapı. Nadiren ise -ki Postacı’nın en sevdiği zaman dilimi bu nadiren’lerdi- hazır kapısını açmışken çiçeklerini sulardı. Postacı onu izlemeye doyamazdı! Bembeyaz, hastalıklı derecede solgun yüzü, içine çökük yeşil gözlerine ev sahipliği yapıyordu. Başka bir zamanda, güzel bir kadındı Hüzün.

Postacı, herkeste olduğu gibi Hüzün için de önemsiz, varlığını yalnızca mektubunu unuttuğunda hatırladığı silik bir kişilikti. Belki yüzünü bile görmemişti! Fakat Postacı onunla konuşmayı öyle istiyordu ki. Sadece konuşmak, bir iki kelime konuşmak… Ya da bir bardak çayı bitirecek vakitte konuşmak. Hoş, öyle olsaydı sırf sohbetleri bitmesin diye Postacı çayından bir yudum alıp gerisini bırakırdı. İçini ısıtacak bir şeyleri şimdi çok istemesine karşın. Bu kadar çok seviyordu Hüzün’ü.

Aradan günler geçti. Postacı’nın gelmeyişinden şüphe duyan halk onun kasabadan iki kilometre uzaktaki evine gittiler ve ne yazık ki cansız bedeniyle karşılaştılar. Bölgeye yeni bir postacı atandı. Herkes mektuplarını bekliyordu. Teknik şeyler -faturalar, can sıkıcı belgeler, yeni postacı ile gelmeye devam ediyordu.

Işık Hanım, Tolstoy, Zalim Baba, Beyefendi, Hasta annesine bakmaya giden kadın ise sanki yalnızca Postacı’nın zihnindeki birer karakterlermiş, sanki mektupları onlar değil de Postacı yazmış gibi aynı anda mektuplarını kestiler.

Bir daha onlardan haber alınamadı.

*

Postacı’nın Günlüğünden: 

“…Nasıl başladığımı hatırlıyorum. Burada görevim gerçekten postacılık yapmaktı. Başlarda sadece görevimi yapıyordum. Faturalar, çok çok uzaklardaki samimiyetsiz akrabalardan gelen mektuplar, evraklar… Başta Hanımefendi’yi memnun etmek için yaptım. Gençken çok sevdiği, Londra’da yaşayan bir adamla tanıştığından ancak sonra izini kaybettiğinden söz ediyordu. Bir gün faturasının yanında önceki günden Beyefendi’ymiş gibi yazdığım mektubu verdim ona. Yüzündeki sevinç görülmeye değerdi. Bunak ile gerçekten de hasta annesine bakmaya giden karısı arasındaki aracıydım aynı zamanda da. Bir gün bir zarf geldi, resmi. Bunak’ın karısının hep yazdığı adresten gelmişti ancak onun el yazısından eser yoktu. Merakıma yenik düşüp okudum. Karısı, annesinin yanında zatürre olup ölmüş. Ancak Bunak buna çok üzülürdü. O zarfı bir kenara saklayıp bu defa da sanki onun uzaklardaki karısıymışım gibi yazdım. 

Delikanlı ise sevdiği kızdan trajik bir şekilde ayrılmıştı. Ölü gibi geziyordu. Başta ona yalnızca arkadaşlık etmesi için Işık Hanım’ı yarattım, ancak Delikanlı bu kadına -olmayan kadına- âşık olduğunda işler istemediğim bir boyuta ulaştı. En azından Delikanlı’nın mektupları için. Yine de devam ettim. Dostoyevski’yi ise çok seviyordum. Bana ne kadar yalnız olduğundan söz etti ve ertesi hafta elimde Tolstoy’un mektubuyla çıkageldim. Hiç kuşkulanmadı. Çok sevindi. 

Her mektubu yazarken, ayrı ayrı kişiliklere bürünüyordum. Bunları yapma sebebimin yalnızca merhamet ve iyilikten olduğunu iddia etmem yanlış olur. Sanırım ben fark edilmek istedim. Sadece bir aracıydım, herkes için önemsizdim. Ama o mektuplardaki kişiler olduğumda hepsi öyle seviyordu ki beni! Hayatımda hiç görmediğim kadar ilgi ve sevgi gördüm. İşin bencillik tarafı da budur…”


%d blogcu bunu beğendi: