Usher Evi’nin Çöküşü

Sonunda, akşamın gölgeleri uzarken, karşımda hüzünlü görünüşlü Usher Evi belirdi. Kasvetli, karanlık, sessiz bir sonbahar gününü, iç karartıcı bir arazide at sırtında geçirmiştim. Gökteki bulutların alçaklığı boğucuydu. Sonunda, akşamın gölgeleri uzarken, karşımda hüzünlü görünüşlü Usher Evi belirdi.


Kasvetli, karanlık, sessiz bir sonbahar gününü, iç karartıcı bir arazide at sırtında geçirmiştim. Gökteki bulutların alçaklığı boğucuydu. Sonunda, akşamın gölgeleri uzarken, karşımda hüzünlü görünüşlü Usher Evi belirdi. Nedendir bilmiyorum ama binayı görür görmez ruhuma dayanılmaz bir keder çöktü. Dayanılmaz diyorum, çünkü bu his can sıkıcı ya da korkunç görüntülerin en amansızına bile genellikle eşlik eden, şiirsel olduğu için yarı-zevkli olan o duygu tarafından hafifletilmemişti. Önümde uzanan manzaraya – eve ve arazinin sade ayrıntılarına – çıplak duvarlara – gözleri andıran boş pencerelere – yer yer bitmiş bataklık otlarına – beyaz gövdeli, çürümüş birkaç ağaca bakarken ruhumda öyle bir sıkıntı vardı ki bunu sadece afyon kullananların düşlerinden uyandıktan sonra – gündelik yaşama acı bir şekilde döndüklerinde – maske korkunç bir şekilde indiğinde hissettikleriyle kıyaslayabilirim. İnsan burada yüreğinde öyle bir soğuk, öylesine bir çöküş, bir hastalık – düşüncelerinde öyle telafisiz bir kasvet hissediyordu ki, hiçbir hayal gücü buna yüce bir nitelik kazandıramazdı. Neydi -durup düşündüm- Usher Evi’ne bakarken beni böylesine huzursuz eden neydi? Çözülemez bir gizemdi bu. Düşünürken üstüme çöken belirsiz kuruntularla da boğuşamıyordum. Hiç de tatmin edici olmayan şu sonuca varmak zorunda kaldım: Bizi böyle etkileyebilecek basit ve doğal nesne kombinasyonları hiç şüphesiz var olsa da, derinliğimizin ötesinde olan bu gücü analiz edemeyiz.

Sahnenin parçalarını, resmin ayrıntılarını farklı şekilde bir araya getirmenin belki de o kederli izlenimi değiştirmeye yeteceğini düşündüm. Bu fikirden hareket ederek atımı evin yanındaki gölün kıyısına; yüzeyi cam gibi dümdüz, ışıltılı ve simsiyah küçük dağ gölünün dik kıyısına sürdüm. Ama aşağıya, tuhaf biçimli o gri otlara, korkunç görünüşlü ağaçlara ve gözleri andıran o boş pencerelere bakarken içimde daha öncekinden de sarsıcı bir ürperti gezindi.

Yine de bu hüzünlü konakta birkaç hafta kalmaya karar verdim. Sahibi Roderick Usher çocukluk arkadaşımdı. Görüşmeyeli yıllar oluyordu. Uzaklarda, ülkenin ücra bir bölgesindeyken ondan bir mektup almıştım geçenlerde. Mektubun son derece acil havası kişisel bir yanıt vermemi zorunlu kılıyordu. Mektup öylesine ısrarcı bir ifadeyle yazılmıştı ki oraya gitmekten başka yol bırakmıyordu. Mektubu yazan arkadaşımın sinirlerinin bozulmuş olduğu belliydi. Ağır bir bedensel hastalıktan -büyük baskı yaratan bir zihinsel rahatsızlıktan- en iyi ve hattâ tek arkadaşı olan beni içtenlikle görme isteğinden bahsediyordu. Arkadaşlığımın onu biraz neşelendireceğini, bunun da hastalığına iyi geleceğini umuyordu. Bütün bunların ve çok daha fazlasının söyleniş tarzı -isteğinde gerçekten samimi olduğu belliydi- kararımı duraksamadan vermeme yol açmıştı. Böylece o oldukça tuhaf karşıladığım çağrıya uydum.

Çocukken yakın arkadaş olsak da arkadaşım hakkında pek bir şey bilmiyordum. Bildiğim kadarıyla son derece çekingen biriydi ve gayet köklü bir aileden geliyordu. Ailesinin tuhaf, duyarlı bir mizacı oldukça etkileyici sanat eserleriyle ifade ettiğini, son zamanlarda da cömert hayır işleri yaptığını işitmiştim. Bu mizaç ayrıca müzik ilmine tutkuyla bağlanmalarına yol açmıştı; genel bir kabul gören ve kolayca tanınabilecek güzelliklerinden çok, sanatın anlaşılmayan yönlerine ilgi duyuyorlardı.

Usher soyunun köklü olsa da pek dallanıp budaklanmadığını öğrenmiştim. Yani aile hep tek bir koldan ilerliyordu ve geçmişte de pek uzun sürmeyen değişiklikleri saymazsak durum böyle olmuştu. Evin görünüşüyle sahiplerinin birbirine ne kadar kusursuzca uyduğu üstüne düşünür ve uzun asırlar boyunca birbirlerini ne kadar etkilemiş olabileceklerine kafa yorarken bu çarpıklık zihnimi meşgul etti. Belki de aileyle evi aynı ilginç ve çift anlamlı isimde, “Usher”[2] de birleştiren şey bu çarpıklık ve bunun sonucunda sürekli babadan oğula geçen mirastı. Köylüler bu ismi hem aileyi, hem de aile konağım kastetmek üzere kullanıyordu.

Yaptığım o çocukça deneyin -küçük dağ gölünün kıyısından aşağı bakmamın- tek sonucunun ilk baştaki o nahoş izlenimi güçlendirmek olduğunu söylemiştim. Batıl inancımın -niye böyle adlandırmayacaktım ki?- giderek daha fazla bilincine varmakla onu yoğunlaştırdığım kesindi. Uzun süredir bildiğim gibi, kökeni dehşete dayanan tüm duyguların böyle paradoksal bir doğası vardır. Belki de gözlerimi sudaki yansımasından kaldırıp tekrar eve baktığımda zihnimde tuhaf bir hayalin belirmesinin tek sebebi buydu. Öyle gülünç bir hayaldi ki, ondan sadece içimi karartmış olan hislerin gücünün şiddetini göstermek için bahsediyorum. Hayal gücümü çalıştırarak bütün konağın ve beylik arazinin sadece onlara ve yakın çevrelerine özgü bir atmosfere sahip olduğuna gerçekten inanmaya başlamıştım. Bunun göğün atmosferiyle ilgisi yoktu; çürük ağaçlardan, gri duvardan ve sessiz gölden pis bir şekilde yayılıyordu bu atmosfer. Ölümcül ve mistik, donuk, ağır, belli belirsiz, kurşun rengi bir buğuydu.

Silkelenip bir düş olması gereken bu şeyi ruhumdan attıktan sonra binayı daha dikkatle incelemeye başladım. En göze çarpıcı özelliği müthiş eski oluşuydu. Asırlar rengini soldurmuştu. Bütün dış yüzeyi yosun kaplıydı; karmaşık ağlar halinde dolanmış, dam saçaklarından sarkıyorlardı. Yine de bina aşırı bir şekilde köhne değildi. Hiçbir yeri yıkılmamıştı. Kısımları arasında hâlâ var olan kusursuz uyumla, teker teker ele alınınca ufalanmakta oldukları görülen taşları büyük bir tezat teşkil ediyordu. Bütün bunlar bana yıllarca unutulmuş bir yeraltı mezarında kalan ve havasızlıktan çürüyen eski ahşap tabutları anımsatıyordu. Ancak binanın dış cephesinde yoğun bir çürümenin izlerinin dışında bir dengesizlik görülmüyordu. Belki dikkatli bir gözlemci binanın ön yüzeyinde çatıdan aşağı zikzaklarla inip gölün karanlık sularında kaybolan ince bir yarığı fark edebilirdi. Bunları fark ettikten sonra kısa bir geçit yolundan eve gittim.

Beklemekte olan bir uşak atımı aldı ve holün kemerli, Gotik yolunda ilerledim. Sinsi adımlarla yürüyen bir oda hizmetçisi beni pek çok karanlık ve karmaşık koridordan geçirerek efendisinin çalışma odasına götürdü. Yolda gözüme çarpan pek çok şey her nasılsa daha önce bahsettiğim o belirsiz hisleri yoğunlaştırdı. Çevremdeki nesnelere tavanlardaki oymalara, duvarlardaki iç karartıcı halılara, abanoz döşemelerin siyahlığına ve ben yürürken takırdayan o tuhaf zırhlara- çocukluğumdan alışkın olmama rağmen, bütün bunlar bir tanıdıklığı onaylamıyordu; aksine, bu sıradan görüntülerin içimde uyandırdığı hayallerin ne kadar yabancı olduklarını fark ederek şaşırıyordum. Merdivenlerden birinde aile doktoruyla karşılaştım. Yüzünde kurnazlık ve şaşkınlık karışımı bir ifade olduğunu düşündüm. Bana telaşla bir şeyler söyledikten sonra geçip gitti. Oda hizmetçisi bir kapıyı açtı ve beni efendisinin huzuruna çıkardı.

Kendimi içinde bulduğum oda oldukça geniş ve yüksek tavanlıydı. Pencereler öylesine ince uzun ve etkileyiciydiler, siyah meşe döşemeden öyle yüksekteydiler ki erişilemez görünüyorlardı. Parmaklıklı camlardan kızıl bir ışık giriyor ve odadaki belli başlı nesneleri ancak aydınlatıyor, odanın ya da kubbeli, oymalı tavanın uzak köşelerini karanlıkta bırakıyordu. Duvarlar koyu renk kumaşlarla kaplıydı. Sayıları epey fazla olan mobilyalar rahatlık verici olmaktan uzak, antika ve eskiydi. Ortalığa çok sayıda kitap ve müzik aleti saçılmıştı, ama bunlar da odayı canlandırmaya yetmiyordu. Kederli bir ortamda bulunduğumu hissettim. Her şeyin üstüne amansız, derin ve kaçınılmaz bir kasvet çökmüştü.

İçeri girince Usher üstünde boylu boyunca uzanmakta olduğu kanepeden kalktı ve beni son derece canlı bir sıcaklıkla karşıladı. İlk başta bu ilgiyi abartılı buldum; hayattan bezmiş bir adamın doğallıktan uzak çabası gibi geldi. Ancak yüzüne bakınca içtenliğinden kesinlikle emin oldum. Oturduk. Birkaç dakika hiç konuşmadı. Onu yarı acıyarak, yarı hayretle inceledim. Roderick Usher’den başka bu kadar kısa sürede böylesine korkunç bir değişim geçirmiş bir adam görülmemiştir herhalde! Önümdeki solgun benizli adamın çocukluk arkadaşım olduğunu kabul etmekte zorlanıyordum. Yüzü hep dikkat çekici olmuştu. Kadavra rengi bir ten; iri, sulu ve inanılmayacak kadar parlak gözler; ince ve çok soluk, ama son derece güzel dudaklar; Yahudilerinkini andıran, ama delikleri daha geniş, zarif bir burun; çıkık olmadığı için tinsel enerjiden yoksun hoş bir çene; örümcek ağlarından daha yumuşak ve ince saçlar; bütün bu yüz hatları, geniş şakaklarla da birleşince, ortaya kolay kolay unutulmayacak bir yüz çıkıyordu.

Şimdi bu hatların, belirgin özellikleri iyice göze batar hale gelmişti; ve bu hatlardan yayılan ifade öyle büyük bir değişim meydana getirmişti ki kiminle konuştuğumdan şüphe duyuyordum. Beni en çok teninin şimdiki solgunluğu ve gözlerinin mucizevi ışıltısı hayrete düşürmüştü, hattâ irkiltmişti. O ipeksi saçlar bakımsızca uzayıp karmakarışık olmuş, incecik teller yüzüne düşmekten çok üstünde salınmaktaydı. Ne kadar çaba göstersem de o tuhaf yüz ifadesini herhangi bir basit insanlık kavramıyla özdeşleştiremiyordum.

Arkadaşımın tavırlarındaki bir tutarsızlık, bir çelişki hemen dikkatimi çekti. Az sonra bunun kesintisiz bir kaygı, bir sinirsel huzursuzluk halinin üstesinden gelmek için verilen bir dizi zayıf ve boş çabanın ürünü olduğunu anladım. Böyle bir şeye hazırlıklıydım; sadece mektubundan değil, çocukken sahip olduğu bir takım karakter özelliklerinden, tuhaf fiziksel görüntüsünden ve ruh halinden çıkardığım sonuçlardan da. Bir canlanıyor, bir durgunlaşıyordu. Sesi titrek ve kararsızken (canlılığı tamamen kaybolmuş gibiyken) birden büyük bir heyecana kapılıyor ve kesik kesik konuşmaya başlıyordu sarhoşların ya da afyon bağımlılarının o kederli, dengeli ve son derece kontrollü, gırtlaksı ses tonuyla.

Gelmemi niçin istediğinden, beni görmeyi ne denli samimiyetle arzuladığından ve kendisine getirmemi beklediği huzurdan işte bu konuşma biçimiyle bahsetti. Hastalığının doğasına kendince biraz değindi. Söylediğine göre ailesinden gelen kalıtımsal bir hastalıktı ve şifa bulmaktan ümidi kesmişti. Sonra hemen bunun basit bir sinirsel rahatsızlık olduğunu ve şüphesiz kısa sürede geçeceğini ekledi. Rahatsızlık kendisini bir dizi doğal olmayan duyumla belli ediyordu. Tarif ettiği bu duyumlardan bazıları ilgimi çekti ve beni epey şaşırttı. Bu şaşkınlıkta belki onun konuşma tarzının ve içinde bulunduğumuz ortamın da etkisi vardı. Tuhaf bir duyu yoğunluğundan muzdaripti. Sadece en tatsız yiyeceklere katlanabiliyordu. Sadece belli kumaşlardan yapılma giysiler giyebiliyordu. En hafif ışık bile gözlerini rahatsız ediyordu. Onu dehşete düşürmeyen sesler sadece yaylı çalgılardan çıkanlardı.

Onun anormal bir korkunun esiri haline gelmiş olduğunu gördüm. “Bu berbat durum beni öldürecek,” dedi. “Bu yüzden öleceğim, başka sebepten değil. Olacaklardan korkuyorum; olacak olanlardan değil, sonuçlarından. Ruhuma bu dayanılmaz huzursuzluğu verebilecek en küçük olaydan bile korkuyorum. Nefret ettiğim şey tehlike değil, onun mutlak sonucu olan -dehşet. Bu sinir bozukluğuyla -bu acınası haldeo amansız hayaletle, KORKU’yla boğuşurken er geç hayatımı ya da aklımı kaybedeceğim.”

Belirsiz ve kaçamaklı imalarından zihinsel durumunun bir başka tuhaf yönünü daha öğrendim. İçinde oturduğu ve yıllardır dışına çıkmadığı bu mekâna ve gücünden burada tekrarlayamayacağım kadar üstü kapalı bir şekilde bahsettiği bir etkiye ilişkin bir takım batıl inançları vardı. Bu etkiyi, aile konağının biçim ve yapısındaki bazı tuhaflıkların yarattığını, uzun süren acılar sonucunda bu etkiyi ruhunda hissettiğini söyledi. O gri duvarların ve kulelerin ve hepsinin içine baktıkları o karanlık gölün fiziksel varlığının, kendi varoluşunun tinsel yönünde yarattığı bir etkiydi bu.

Ancak biraz duraksayarak da olsa hissettiği bu hüznün daha doğal ve somut bir kaynağa dayandığını itiraf etti dünyadaki son ve tek akrabası olan, çok sevdiği kız kardeşinin uzun süredir devam eden ağır hastalığına. Kız kardeşi ölmek üzereydi. 

“O ölünce,” dedi asla unutamayacağım acı bir sesle, “geride kalan kişi (o umutsuz ve zayıf kişi) köklü Usher ailesinin son ferdi olacak.”

O konuşurken Lady Madeline (kız kardeşi) odanın uzak bir köşesinden içeri girdi ve sonra varlığımı fark etmeden dışarı çıktı. Ona korkuyla karışık büyük bir şaşkınlıkla baktım -ama bu hislerime bir açıklama getiremedim. Onun geri çekilişini izlerken üstüme bir sersemlik çöktü. En sonunda, kapı üstüne kapandığında bakışım içgüdüsel olarak ve hevesle erkek kardeşine çevrildi; ama o yüzünü elleriyle kapamıştı ve tek fark edebildiğim aralarından gözyaşları süzülen zayıf parmaklarının iyice solgunlaşmış olduğuydu.

Lady Madeline’in hastalığı uzun süredir doktorları şaşırtmaktaydı. Sıradışı belirtileri daimi bir ilgisizlik hali, fiziksel bir çöküş ve sık, ama kısa süreli olarak gelen kısmi katalepsilerdi. Şimdiye kadar hastalığının baskısına direnmiş, yatak istirahatini reddetmişti. Ama eve geldiğim günün akşamının bitiminde (erkek kardeşi bunu bana tarifsiz bir huzursuzlukla söyledi) kendisini mahveden şeyin tüketici gücüne boyun eğdi. Onu ilk görüşümün aynı zamanda son görüşüm olacağını, o kadını, en azından sağken, bir daha asla görmeyeceğimi öğrendim.

Sonraki birkaç gün boyunca ismini ne Usher, ne de ben ağzımıza aldık. Bu süre içinde arkadaşımın melankolisini hafifletmek için elimden geleni yapmaya çalıştım. Birlikte resim yapıp kitap okuduk; ya da gitarını çılgınca doğaçlamalarla konuşturmasını bir düşteymişçesine dinledim. Aramızdaki yakınlık arttıkça, onun ruhunun derinliklerine daha fazla indikçe, tek ve bitimsiz bir hüzün yayılımıyla tinsel ve fiziksel evrenin tüm nesnelerine karanlık saçan bir zihni neşelendirmeye çalışmanın boşunalığını giderek daha acı bir şekilde anladım.

Usher Evi’nin efendisiyle bu şekilde yalnız geçirdiğim saatleri hep anımsayacağım, ama onunla olduğum zamanlarda üstünde birlikte uğraştığımız ya da beni yönelttiği çalışmaların, uğraşların doğası hakkında bir fikir verebileceğimi sanmıyorum. Heyecanlı ve son derece huzursuzluk verici bir idealizm, kükürtsü ışıltısıyla her şeyi aydınlatıyordu. Uzun doğaçlama ağıtları sonsuza dek kulaklarımda çınlayacak; özellikle Von Weber’in Son Valsi’nin o vahşi havasının tuhaf ve yoğunlaştırılmış bir versiyonunu acı bir şekilde anımsıyorum.

Karmaşık hayal gücünün üstünde yoğunlaştığı ve her Usher Evi’nin Çöküşü MI dokunuşuyla daha derin belirsizliklere gömülen tabloları da bu şekilde bana giderek daha fazla haz veriyordu; nedenini bilmeden ürperiyordum. Yazılı sözcüklerle bu tabloların (şimdi gözümün önünde olsalar da) sadece küçük bir kısmını tasvir edebilirim. Basitlikleri ve çıplaklıkları dikkat çekmelerini sağlıyordu. Eğer bir ölümlü bir fikrin resmini yapmışsa, bu kişi Roderick Usher’di. Bu hipokondriğin tuvaline aktarmaya çalıştığı saf soyutlamalar en azından bende (içinde bulunduğum koşullar altında) dayanılmaz yoğunlukta bir huşu uyandırıyordu; Fuseli’nin kesinlikle parıltılı ama fazla somut hayallerinde asla bulamadığım bir huşu.

Arkadaşımın eserlerinden birini; çok tuhaf olmayan, onun soyutlama ruhundan fazla nasibini almamış birini yetersizce de olsa sözcüklerle tasvir edebilirim. Bu küçük tabloda duvarları kaygan, beyaz ve pek yüksek olmayan, çok uzun bir tünelin ya da tonoz örtülü bir koridorun içi vardı. Tasarımdaki çeşitli ikincil noktalar bu kazılmış yerin yeryüzünden epey derinlerde olduğu izlenimini son derece güçlü bir şekilde uyandırıyordu. Engin yüzeyinde herhangi bir delik yoktu ve herhangi bir meşale ya da yapay ışık kaynağı da görülmüyordu. Yine de içeride yoğun bir ışık seli vardı ve bütünü korkunç ve uygunsuz bir ihtişamla aydınlatıyordu.

Biraz önce işitme duyusunun bazı yaylı çalgılar dışındaki bütün müzik aletlerinin seslerini kendisi için katlanılmaz kılan o tuhaf halinden bahsetmiştim. Belki de gitar çalışma o büyüyü katan şey büyük ölçüde kendisini içinde kısılı kıldığı dar sınırlardı. Ama o ateşli doğaçlamalarındaki ustalık bununla açıklanamazdı. Vahşi fantezilerinin hem notalara, hem de sözlere (çalışma sık sık ritimli sözel doğaçlamalarla eşlik ettiği de oluyordu) dökülmüş hali, daha önce bahsederken sadece en yüksek yapay heyecan durumlarında sahip olunduğunu söylediğim o yoğun zihinsel berraklık ve konsantrasyonun sonucuydu. Bu rapsodilerden birinin sözlerini anımsamakta hiç zorlanmadım. Onu anımsamamı kolaylaştıran şey belki de söylediklerinin taşıdığı mistik anlamın etkisi altındayken ilk kez Usher’in yüce mantığının sarsıldığının tam anlamıyla bilincine varmış olmamdı. “Hayaletli Saray” adını taşıyan dizeler aşağı yukarı şöyleydi:

I. Hayırsever meleklerin oturduğu

En yeşil vadimizde

Bir zamanlar güzel ve görkemli

Bir saray vardı -Işıltılı bir saray.

Mutlak hükümdarı

Düşünce’nin egemenliğinde

Orada dimdik yükselirdi!

Melekler daha önce hiç kanat çırpmamıştı

Bu kadar güzel bir binanın üstünde.

 

II. Sarı, parlak, altın rengi bayraklar

Çatısında, havada yüzüp uçuşurdu;

(Bunlar -bütün bunlar çok uzun zaman önce olmuştu)

Ve o tatlı günde

Soluk, mor renkli surlarda esen

Her tatlı rüzgâr

Taşırdı kanatlı bir kokuyu.

III. O mutlu vadide gezinenler

İki ışıltılı pencerenin ardında

Ruhların iyi akortlu bir lavtanın yasasına

Uyduğunu görürdü müzikal hareketlerle,

Bir tacın etrafında, ki üstünde

(İmparator!)

Şanına yakışır bir ihtişamla

Diyarın hükümdarı otururdu.

 

IV . İnci ve yakut kaplı

O hoş saray kapısı pırıl pırıl parlardı.

Arkasından akarak, akarak, akarak gelen

Ve sonsuzca parıldayan

Yankıların tatlı görevi

Sadece şarkı söylemekti,

Eşsiz güzellikte seslerle

Krallarının zekâsını ve bilgeliğini övmekti.

 

V . Ama keder cüppeleri giymiş, kötü şeyler

Bu hükümdarın sarayına saldırdı;

(Ah, yas tutalım, çünkü o yapayalnız

Ve bir daha asla göremeyecek şafağı!)

Ve hükümdarın yuvasının etrafında

Bir çiçek gibi açan ihtişam

Artık geçmişe gömülmüş

Pek anımsanmayan bir masal.

 

VI. Ve şimdi o vadide gezinenler

Görüyor kırmızı ışıklı pencerelerin ardında

Devasa formların tuhaf bir şekilde

Hareket ettiğini, ahenksiz bir melodi eşliğinde.

Bu arada, akıntısı hızlı, korkunç bir nehir gibi

O solgun kapıdan içeri iğrenç bir kalabalık sonsuzca akıyor

Ve kahkaha atıyor -ama artık gülmüyor.

Bu baladdaki imaların ikimizde bir düşünce zinciri uyandırdığını ve bu sayede Usher’in fikirlerinden birini öğrendiğimi anımsıyorum. Usher’in bu fikrinden bahsetmemin sebebi fikrin orijinal olmasından çok (çünkü başkalarının[3] da düşündüğü bir fikir) onu büyük bir kararlılıkla savunmuş olmasıdır.

Bu fikir genelde tüm bitkilerin duygularının olduğuydu. Ama hastalıklı hayal gücü bu fikri cüretkârca geliştirmiş ve belirli koşullarda cansız varlıkları da kapsar hale getirmişti. Bu fikre beslediği inancı tüm boyutlarıyla aktaracak kelime bulamıyorum. Ancak bu inanç (daha önce de ima ettiğim gibi) atalarının evinin gri taşlarıyla ilintiliydi. Evin taşlarının diziliş tarzı, bu taşları kaplayan yosunlar, etraftaki çürük ağaçlar ve hepsinden öte bu dizilişin uzun süredir bozulmamış olması ve gölün dingin sularında yansıması evin hissedebildiğini gösteriyordu ona göre. Kanıt -hissedebilirliğinin kanıtısöylediğine göre (o bunu söylerken irkildim) suların ve duvarların üstündeki atmosfer yoğunluğuydu. Bunun sonuçlarının ailesinin kaderini yüzyıllardır şekillendirmekte olan ve kendisini şimdi gördüğüm hale getiren o sürekli ve korkunç etkide görülebildiğini ekledi. Böyle fikirlere yorum getirmek anlamsızdır ve ben de bunu yapmayacağım.

Kitaplarımız -yıllardır hastanın zihinsel yaşamının önemli bir parçasını teşkil etmiş olan kitaplar- tahmin edilebileceği gibi bu hayallerin niteliğine uygundu. Birlikte çeşitli eserleri okumaya dalıyorduk: Örneğin Gresset’nin Ververt et Charteuse’unu; Machiavelli’nin Belphegor’unu; Swendenborg’un Cennet ve Cehennem’ini; Holberg’in Nicholas Klimm’in Yeraltı Yolculuğu’nu; Jean D’Indagine’le De la Chambre’in kitaplarını; Robert Fludin El Falı’nı; Tieck’in Mavi Uzaklığa Yolculuk’unu ve Campanella’nın Güneş Şehri’ni. Sevdiğimiz kitaplardan biri Dominikalı Eymeric de Gironne’nin Directorium lnquisitorum’unun küçük bir sekizlik baskısıydı. Pomponius Mela’nın eski Afrika satirlerinden ve Aegipahlardan bahsettiği bölümler de Usher’in saatlerce oturup hülyalara dalmasına yol açıyordu. Ancak en büyük hazzı çeyrek boy formalı, gotik harfli, son derece nadide ve tuhaf bir kitap -unutulmuş bir kilisenin el kitabı- olan Mainz Kilisesinin Korosuna Göre Ölülerin Saati’nden alıyordu.

Bir akşam ansızın bana Lady Madeline’in öldüğünü söyledi. Cesedi iki hafta boyunca (gömülmeden önce) binanın ana duvarlarının içindeki çok sayıdaki tonozdan birinde saklama niyetinden bahsedince aklımdan Usher’in eserindeki o tuhaf ritüel ve bu hipokondriyak üstündeki muhtemel etkisi geçti. Ancak bu garip kararını dayandırdığı dünyevi sebep üstünde tartışma özgürlüğümün olmadığını hissettim. Roderick Usher bu karara (bana söylediğine göre) müteveffanın hastalığının sıradışılığı, doktorlarının sorduğu bir takım ısrarcı sorular ve aile mezarlığının uzak ve açık bir yerde bulunması yüzünden varmıştı. Eve geldiğim gün merdivende rastlamış olduğum o sinsi adamı anımsayınca sonuçta zararsız ve kesinlikle anormal olmayan bir arzuya karşı çıkmak istemediğimi inkâr etmeyeceğim.

Usher’in isteğiyle o geçici mezarın hazırlanmasında ona bizzat yardım ettim. Cesedi tabuta koyarken sadece ikimiz vardık. Onu içine yerleştirdiğimiz yeraltı mezarı (öyle uzun süredir açılmamıştı ki boğucu atmosferinde neredeyse sönen meşalelerimiz bize ortalığı incelemek için fazla fırsat tanımadı) küçük, nemli ve tamamen ışıksızdı. Kaldığım odanın tam altındaydı. Eski feodal zamanlarda bir iç kule olarak en kötü amaçlar için kullanıldığı belliydi. Daha sonra da bir barut ya da başka bir patlayıcı madde deposu olarak iş görmüştü, çünkü döşemesinin bir kısmı ve buraya açılan uzun bir üst kemerli geçidin tamamı özenle bakır kaplanmıştı. Kaim demir kapı da aynı şekilde korunmuştu. Hareket ederken ağırlığı yüzünden sıradışı keskinlikte gıcırtılar çıkarıyordu.

Keder verici yükümüzü bu dehşet uyandıran yerde bıraktıktan sonra tabutun henüz çivilenmemiş kapağını biraz kaldırıp içinde yatan kişinin yüzüne baktık. Şimdi ilk kez iki kardeş arasındaki çarpıcı benzerliği fark ediyordum. Usher belki de düşüncelerimi okuyarak kendisiyle müteveffanın ikiz olduklarını ve aralarında hep pek anlaşılmaz bir bağın bulunmuş olduğunu mırıldandı. Ancak ölüye uzun süre bakmadık, çünkü bunu yapmak içimizi merakla karışık bir korkuyla dolduruyordu. Onu genç yaşta mezara sokmuş olan hastalık tıpkı bütün kataleptik hastalıklar gibi göğsünde ve yüzünde hafif, alaycı bir kızartı; yüzünde ise ölülerde çok korkunç görünen, şüphe uyandırıcı bir gülümseme bırakmıştı.

Kapağı kapayıp çiviledikten ve demir kapıyı kapadıktan sonra evin üst kısımlarındaki daha az iç karartıcı odalara güçlükle gittik. Acı bir yasla dolu birkaç günden sonra arkadaşımın zihinsel hastalığının nitelikleri fark edilir şekilde değişti. Artık her zamanki gibi davranmıyordu. Olağan uğraşlarını ihmal ediyor ya da unutuyordu. Aceleci, düzensiz ve amaçsız adımlarla odadan odaya gidiyordu. Artık ses tonunda arada sırada beliren o boğukluk kaybolmuştu. Bunun yerini, sanki uç noktada bir korku duyuyormuşçasına bir titreklik almıştı.

Bazen sürekli huzursuz olan zihninin bunaltıcı bir sırla boğuştuğunu ve bunu paylaşmak için cesaretini toplamaya çabaladığını düşündüğüm oluyordu. Yine bazen hiçbir şeye açıklama getiremeyip bütün bunları deliliğin açıklanamaz tuhaflıklarına yormak zorunda kalıyordum; çünkü onun saatlerce, sanki hayali bir sesi dinlercesine pür dikkat kesilmiş halde boşluğa baktığım görüyordum. Durumunun beni dehşete düşürmesi – bana bulaşması şaşırtıcı değildi. Onun inanılmaz, ama etkileyici batıl inançlarının vahşi etkilerinin yavaşça, ama belirgin bir şekilde beni de ele geçirdiğini hissediyordum.

Bu duyguları özellikle müteveffa Madeline’i yeraltı mezarına bıraktığımız günün yedinci ya da sekizinci gecesinde, geç saatte yattıktan sonra tüm şiddetiyle hissettim. Saatler geçip giderken bir türlü uyuyamıyordum. Beni ele geçirmiş olan huzursuzluktan mantığımla kurtulmayı denedim. Hissettiklerimin tamamının değilse bile büyük kısmının odadaki iç karartıcı mobilyaların, şiddetlenen bir kasırganın nefesiyle zorla harekete geçirilerek duvarların üstünde çılgınca sağa sola uçuşan ve yatağın süsleri etrafında huzursuzca hışırdayan siyah ve yıpranmış perdelerin sersemletici etkisinden kaynaklandığına inanmaya çabaladım. Ama çabalarım boşunaydı. Sonunda üstüme bastırılmaz bir titreme, yüreğime tamamen sebepsiz bir kaygı kâbusu çöktü. Güçlükle soluyarak ve çabalayarak bundan kurtulduktan sonra yatakta doğrulup odanın yoğun karanlığına büyük bir dikkatle bakarak kulak kabarttım. Bunu niye yaptım bilmiyorum; içgüdüsel bir hareketti.

Fırtınanın dinginleştiği anlarda kaynağım bilmediğim, uzun aralarla gelen hafif ve belirsiz sesler işittim. Açıklamasız, ama katlanılmaz, yoğun bir dehşet duygusuyla çabucak giyindim (çünkü o gece uyuyamayacağıma karar vermiştim) ve odada hızla ileri geri yürüyerek içine düştüğüm o acınası durumdan kurtulmaya çalıştım. Bu şekilde birkaç kez gidip gelmiştim ki yandaki bir merdivenden gelen hafif ayak sesleri dikkatimi çekti. Bunların Usher’e ait olduğunu fark ettim. Bir an sonra kapımı hafifçe çaldı ve elinde bir lambayla içeri girdi. Yüzü her zamanki gibi kadavra beyazıydı, ama gözlerinde ayrıca delice bir neşe vardı. Bir isteriyi bastırdığı tüm görünüşünden belliydi. Görünüşü beni afallattı – ama herhangi bir şey öylesine uzun süredir katlanmış olduğum o yalnızlıktan daha iyiydi ve varlığı beni rahatlatmıştı.

“Sen onu görmedin mi yani?” dedi birden, etrafına birkaç dakika sessizce baktıktan sonra, “Onu görmedin mi? Ama bekle! Göreceksin.” Böyle dedikten ve lambasını dikkatle kararttıktan sonra koşarak pencerelerden birine gitti ve fırtınalı havada ardına kadar açtı. İçeri dalan rüzgârın coşkun hiddeti neredeyse ayaklarımızı yerden kesti. Gerçekten de fırtınalı, ama çok güzel bir geceydi. Dehşeti ve güzelliğiyle benzersizdi. Civarımızda bir kasırga olsa gerekti, çünkü rüzgâr sürekli ve şiddetle yön değiştiriyordu.

Kulelere değecek kadar alçalmış olan bulutların yoğunluğu, birbirlerine doğru büyük bir hızla yaklaştıklarını, canlıymışçasına uçtuklarını görmemizi engellemiyordu. Bulutların yoğunluğu hareketlerini görmemizi engellemiyordu ama ayı ya da yıldızları görmüyorduk şimşek de yoktu; buna rağmen, devasa, hareketli bulut kümelerinin alt yüzeyleri ve hemen etrafımızdaki tüm karasal nesneler konağın etrafını sarmış olan hafif parlak ve açıkça seçilebilen gazsı bir havayla aydınlanıyordu.

“Yapma bunu- buna bakmaman gerek!” dedim Usher’e titreyerek, onu nazikçe ama kararlılıkla pencerenin yanından bir sandalyeye götürürken. “Seni serseme çeviren bu görüntüler sıradan elektriksel fenomenlerden başka bir şey değil – veya belki de gölden kaynaklanan iğrenç gazlardır. Şu pencereyi kapatalım. Hava buz gibi ve sağlığına zararlı. İşte en sevdiğin romanlardan biri. Ben okuyayım, sen de dinle. Böylece bu korkunç geceyi birlikte atlatalım.” Elime aldığım eski cilt Sir Launcelot Canning’in Deli Trist’iydi. Ama Usher’in en sevdiği kitaplardan biri olduğunu söylerken hazin bir şaka yapmıştım. Çünkü kitabın kaba ve hayal gücünden nasibini almamış sıkıcı uzunluğunda arkadaşımın yüce ve ruhani idealizmine hitap edecek pek az şey vardı. Ancak elime ilk geçen, en yakındaki kitap buydu ve şimdi bu hipokondriyağı huzursuzlaştıran heyecanın belki okuyacağım aşırı saçmalıklarla (çünkü zihinsel hastalıklar tarihi benzer anormalliklerle doludur) biraz hafifletilebileceğini ummaktaydım. Okuduklarımı pür dikkat kesilerek ya da öyle görünerek dinlemesine bakacak olursam planımın kesinlikle başarıya ulaştığını söyleyebilirdim.

Romanın kahramanı Ethelred’in, o münzevinin evine barışçıl yollarla girmeyi boşuna denedikten sonra zorla girmeye karar verdiği o meşhur kısmındaydım. Burada anlatının şu cümlelerle devam ettiği anımsanacaktır: “Ve yiğit biri olan Etherald içtiği şarabın da tesiriyle, bu dik kafalı ve kötü niyetli münzeviyle uzlaşmaya çalışmaktan artık vazgeçti ve omuzlarında yağmuru hissederek, fırtınanın şiddetlenmesinden de korkarak gürzünü havaya kaldırdı ve bunu hızlı vuruşlarla kapı tahtalarına indirip kapıda uzun eldivenli ellerini kullanabileceği bir delik açtı. Sonra ellerini buraya sokarak tahtaları öyle bir güçle çekip çatlattı ve kırdı, paramparça etti ki o kuru tahtaların çatırtıları ormanda yankılandı.” Bu cümleyi bitirince irkilip bir an sustum. Çünkü bana sanki (hemen sonra harekete geçmiş hayal gücümün beni yanıltmış olduğuna karar versem de) konağın çok uzak bir yerinden kulağıma Sir Launcelot’un ayrıntılı bir şekilde tasvir etmiş olduğu o çatlama ve parçalanma sesinin çok benzerinin (ama daha boğuk ve hafifti tabii) yankısını işitmişim gibi gelmişti.

Dikkatimi çeken sadece bir tesadüftü şüphesiz; çünkü cam çerçeve takırtılarının ve hâlâ şiddetini sürdürmekte olan fırtınanın olağan gürültüsü arasında o ses tek başına kesinlikle ilgimi çekmez ya da beni rahatsız etmezdi. Okumayı sürdürdüm: “Ama becerikli şampiyon Ethereld şimdi kapıdan girmişti ve o habis münzevinden eser göremeyince büyük bir hiddete ve şaşkınlığa kapıldı. Münzevinin yerinde alev dilli, gövdesi pul pul, müthiş bir ejderha durmaktaydı. Ejderha gümüş döşemeli, altın bir sarayın önünde nöbet tutuyordu. Duvardaki parlak pirinçten bir kalkanın üstünde şu söz yazılıydı- Buraya giren kişi bir fatihtir; Ejderhayı öldüren kalkanı elde edecektir. Ve Etherald gürzünü kaldırıp ejderhanın kafasına indirdi. Ejderha düşüp son pis nefesini verirken öyle korkunç, sert ve tiz bir çığlık attı ki böylesi korkunç bir sesi hiç işitmemiş olan Etherald kulaklarım tıkadı.” Burada birden tekrar, bu kez büyük bir şaşkınlıkla durdum. Çünkü uzaklardan gelen (nereden geldiğini anlayamamıştım) hafif ama sert, uzun ve son derece garip bir çığlığı ya da sürtünme sesini açık seçik duymuştum romancının tarif ettiği ve hayal gücümün kafamda oluşturduğu o tuhaf ejderha çığlığının aynısıydı.

Bu ikinci ve son derece sıradışı tesadüf sinirimi bozmuş olsa da, bin bir zıt duyguya (ki bunların içinde en baskın olanları hayret ve aşırı korkuydu) kapılsam da yine de arkadaşımın hassas sinirlerini etkileyecek bir laf etmekten kaçınacak kadar kendime hâkim oldum. Onun bu sesleri işitip işitmediğinden emin değildim; gerçi son birkaç dakikadır tuhaf hareketler yapmaktaydı. Karşımda otururken sandalyesini yavaşça oda kapısının karşısına çekmişti. Bu yüzden yüz hatlarının sadece bir kısmını görebiliyordum. Ama sanki hafifçe bir şeyler mırıldanıyormuşçasına dudaklarının titrediğini görmekteydim. Başı göğsüne düşmüştü -ama profilden gördüğüm gözünün ardına kadar açık olmasından uyumadığını anlıyordum. Gövdesinin hareketleri de bunu kanıtlıyordu -çünkü hafif, ama düzenli bir şekilde iki yana sallanmaktaydı. Bütün bunları bir çırpıda fark ettikten sonra Sir Launcelot’un anlatısını okumayı sürdürdüm:

“Ve şimdi, ejderhanın korkunç öfkesinden kurtulmuş olan şampiyon o pirinç kalkanı ve üstündeki büyüyü bozmayı düşünerek leşi yolundan çekti ve şatonun döşemesi gümüş kaplı bölümünde duvarda asılı duran kalkana doğru yiğitçe yürüdü.

Kalkan gelmesini bekleyemedi ve ayaklarının dibine, gümüş döşemeye büyük, korkunç bir çınlama sesiyle düştü.” Bu heceler ağzımdan çıkar çıkmaz yankılı, metalik, boğuklaşmış bir çınlamayı açık seçik işittim – sanki tam o anda gerçekten de gümüş bir döşemeye ağır bir pirinç kalkan düşmüştü.

Sinirlerim tamamen bozulmuş halde ayağa fırladım; ama Usher iki yana hafifçe sallanmayı sürdürdü. Üstünde oturduğu sandalyeye doğru koştum. Gözleri önüne bakar vaziyette sabitlenmiş öyle duruyordu; yüzü taş gibi hareketsizdi. Ama elimi omzuna koyarken tüm bedenine güçlü bir titreme yayıldı. Dudaklarında hastalıklı bir gülümseme titreşti ve sanki varlığımdan habersizmişçesine hızlı hızlı bir şeyler mırıldanmaya başladı: “Duymak mı? – Evet, duyuyorum. Daha önce de duymuştum. Uzun – uzun – uzun dakikalar, saatler, günler boyunca duydum – ama cesaret edemedim – ah, acı bana, zavallının tekiyim ben! – Cesaret edemedim konuşmaya cesaret edemedim! Onu mezara diri diri koyduk! Duyularımın keskin olduğunu söylememiş miydim? O tabuttan gelen ilk zayıf hareketlerini işittim onun. Günlerce, günlerce önce işittim – ama cesaret edemedim – konuşmaya cesaret edemedim! Ve şimdi – bu gece – Ethelred – Ha! Ha! Münzevinin kapısının kırılışı ve ejderhanın ölüm çığlığı ve kalkanın tangırtısı! – Bunlar aslında onun tabutunun kapağını zorla açışı, hapishanesinin kapısının demir menteşelerinin gıcırdaması ve onun yeraltı mezarının kurşun kaplı kemerli geçidindeki çabaları! Ah, nereye kaçayım? Biraz sonra burada olmayacak mı? Beni azarlamak için koşarak buraya gelmiyor mu? Merdivende ayak seslerini duymadım mı? Kalbinin o ağır ve korkunç atışını işitmiyor muyum? DELİ!”

Birden ayağa fırladı ve haykırmaya başladı, sanki harcadığı çaba içinde ruhunu teslim ediyormuşçasına – “DELİ! SANA ONUN ŞİMDİ KAPININ ARKASINDA DURDUĞUNU SÖYLÜYORUM!” Sözünün insanüstü enerjisi bir büyünün gücünü taşımıştı sanki; arkadaşımın parmağıyla işaret ettiği dev antika kapı ağır abanoz çenesini yavaşça açtı. Esen sert rüzgârın işi olmalıydı bu – ama o kapının ardında GERÇEKTEN DE Lady Maddine Usher kefene sarılmış halde, upuzun duruyordu. Beyaz kumaşta kan vardı. Sıska bedeninin her tarafında acı bir mücadelenin izlerini taşımaktaydı. Bir an eşikte titreyerek ve öne arkaya sallanarak durdu. Sonra hafif, iniltili bir çığlıkla, tüm ağırlığıyla erkek kardeşinin üstüne yığıldı. Kadın can çekişirken beklediği korkuların kurbanı olan erkek kardeşi de cansız yere düştü.

Dehşet içinde o odadan ve konaktan dışarı fırladım. Eski geçitten geçerken fırtına hâlâ tüm şiddetiyle hüküm sürüyordu. Birden yol parlak bir ışıkla aydınlandı ve böylesine tuhaf bir ışığın nereden geldiğini görmek için dönüp baktım; çünkü arkamda sadece o dev binayla gölgeleri vardı. Işık daha önce bahsettiğim, binanın çatısı boyunca zikzaklarla aşağı inen ve şimdi genişlemiş olan yarığın arasından gelen ve batmakta olan dolunayın kan kırmızısı ışığıydı. Ben bakarken yarık iyice genişledi – kasırga vahşice esti – birden ayın tamamı önümde belirdi – o güçlü duvarların çöktüğünü görürken beynim döndü – sanki binlerce denizden gelen uzun, gürlemeli bir haykırış duyuldu – ve ayaklarımın dibindeki derin ve karanlık gölün suları “USHER EVİ’nin kalıntılarının üstünde kasvetle ve sessizce kapandı.

NOTLAR [1] Yüreği askılı bir ut Dokunulduğu anda çınlayan. [2] Usher sözcüğünün, kilise ve tiyatroda yer gösteren kimse, teşrifatçı ve belletmen, yardımcı öğretmen anlamlarına gönderme yapılıyor. [3] Watson, Dr. Percival, Spallanzani ve özellikle de Landaff piskoposu – Bkz. “Kimya Denemeleri”, 5. cilt – POE.


Beğendiniz mi? Arkadaşlarınızla Paylaşın!

Sizin Tepkiniz Nedir?

hate hate
0
hate
confused confused
0
confused
fail fail
0
fail
fun fun
0
fun
geeky geeky
0
geeky
love love
0
love
lol lol
0
lol
omg omg
0
omg
win win
0
win
Share via

Dutluk Dergi sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin

Send this to a friend