Uğultulu Tepeler

Bir basamakla doğrudan oturma odasına giriverdik. Ne sofa vardı ne de koridor. Buralarda öneminden ötürü bu odaya “ev” diyorlar.


  1. – Ev sahibimi, ileride başıma işler açacak olan bu tek komşumu görmeye gittim, şimdi oradan geliyorum. Buraları çok güzel yerler doğrusu! Bütün İngiltere’de toplumun hayhuyundan böyle büsbütün uzak bir yer bulabileceğimi hiç sanmazdım. İnsanlardan kaçan biri için tam bir cennet. Mr. Heathcliff’le ben bu ıssız yerleri paylaşmak için ne kadar da uygun bir çiftiz!

Ne eşsiz bir insan! Atımın üstünde ona doğru ilerlerken, siyah gözlerinin kaşları altında kuşkuyla kısıldığını ve
adımı söylerken, ellerini inatçı bir çekingenlikle yeleğinin iç taraflarına doğru kaçırdığını gördüğümde kendisine nasıl bir yakınlık duyduğumu anlamadı bile.

“Mr. Heathcliff?” dedim.

Yanıt olarak yalnızca başını salladı.

“Ben yeni kiracınız Lockwood, efendim,” dedim.  “Buraya gelir gelmez ilk fırsatta sizi ziyaret etmeyi görev bildim. Umarım Thrushcross Çiftliği’ni kiralama konusundaki ısrarımla sizi rahatsız etmemişimdir. Dün duyduğuma göre sizin bu konudaki düşünceleriniz…”

Yüzünü buruşturarak, “Thrushcross Çiftliği benim kendi malımdır, efendim,” diye sözümü kesti. “Engel olabildiğim müddetçe, kimsenin beni rahatsız etmesine izin vermem. İçeri girin!”

Bu “içeri girin”i dişlerinin arasından, “Cehennem olun,” der gibi söylemişti. Yaslandığı bahçe kapısı bile söylenen sözlere uyar bir harekette bulunmadı. İşte, asıl bu durum, herhalde beni bu çağrıyı kabule itti. Çekingenlikten yana beni gölgede bırakan bu adama karşı içimde bir ilgi uyanmıştı.

Atımın, göğsüyle, iter gibi bahçe kapısına dayandığını görünce, zinciri çözmek için elini uzattı. Sonra, asık bir
yüzle taşlık yolda önüme düştü, avluya girerken, “Joseph! Mr. Lockwood’un atını al, şarap da getir!” diye seslendi.

Bu çifte buyruğu duyunca, “Galiba evde topu topu bir tek uşak var,” dedim içimden. “Tevekkeli değil taşlıkta aralıklardan otlar bitmiş, çimleri de hayvanlardan başka kesip düzelten olmamış,” diye düşündüm.

Joseph yaşlıca, daha doğrusu yaşlı bir adamdı. Belki de çok yaşlıydı, ama güçlü kuvvetli ve dinçti. Atımı alırken hoşnutsuzluğunu gösterir bir sesle ters ters, “Tanrı yardımcımız olsun,” diye söylendi, hem de yüzüme öyle ekşi bir suratla baktı ki, zavallı, herhalde yemeğini hazmetmek için Tanrı’dan medet umuyor, o sofuca yakarışının da benim bu beklenmedik gelişimle hiçbir ilgisi olmasa gerek, diye düşünüp halini hoş gördüm.

Mr. Heathcliff’in oturduğu evin adı Wuthering Heights. “Wuthering”, taşra dilinde, fırtınalı günlerde bu evi saran uğultulu havayı belirten, anlamlı bir sıfattır. Bu tepede her zaman için temiz, sağlam bir hava olduğu belli. Kuzey rüzgârının bu sırtlardaki gücü, evin ucundaki birkaç bodur çamın yan yatışından ve güneşten sadaka ister gibi bütün dalları aynı yöne uzanan bir sıra cılız çalıdan anlaşılıyor. Neyse ki mimar ileriyi görmüş de yapıyı adamakıllı sağlam yapmış. Daracık pencereler ta duvarın içine oyulmuş, köşeler de büyük çıkıntılı taşlarla sağlamlaştırılmış.

Eşiği atlamadan önce, evin ön cephesine, özellikle giriş kapısının çevresine serpiştirilmiş acayip kabartmaları incelemek için durdum. Kapının üstünde, artık çürüyüp dökülmeye başlamış ejderhalarla çıplak çocuklar arasında “1500” tarihini ve “Hareton Earnshaw” adını seçtim. Bir şeyler söyleyip hırçın sahibinden bu evin geçmişiyle ilgili kısa bir bilgi isteyecektim; ama kapıdaki duruşuyla, ya hemen içeri gir ya da çek git, der gibiydi. Benim de evin içini görmeden onun sabrını tüketmeye hiç niyetim yoktu.

Bir basamakla doğrudan oturma odasına giriverdik. Ne sofa vardı ne de koridor. Buralarda öneminden ötürü
bu odaya “ev” diyorlar. Burası genellikle hem mutfak hem de konuk odasıdır. Ama Uğultulu Tepeler’de mutfak sanırım evin başka bir yerine kaldırılmıştı ya da içerilerden kulağıma doğru gelen çene yarıştırmalardan ve kap kacak tıkırtısından ben öyle anladım. Kocaman ocağın çevresinde de, orada et kızartıldığını, yemek kaynatılıp ekmek pişirildiğini gösteren hiçbir şey yoktu. Duvarlarda da gözüme ne bir bakır tava ne de kalaylı bir süzgeç pırıltısı çarptı. Yalnız odanın bir ucunda, meşeden yapılma büyük bir büfenin rafları üstünde, çatıya kadar yükselen sıra sıra büyük kalaylı kaplarla gümüş maşrapa
ve ibriklerden yansıyan ışık ve ısı gözleri kamaştırıyordu.

Oda tavansızdı. Yulaf çöreği, yığın yığın sığır ve domuz butlarıyla dolu bir tahta kapağın örttüğü bir köşe dışında, çatı olduğu gibi göz önündeydi. Ocağın tepesine eski ve paslı birkaç tüfekle bir çift tabanca asılmış, süs olarak
da, parlak çiğ renklerle boyanmış üç teneke kutu konmuştu. Döşeme düz, beyaz taştandı. Sandalyeler ilkel,
yüksek arkalıklı ve yeşil boyalıydı. Büyük ve koyu renkli bir-iki tanesi gölgeli yerde güç fark ediliyordu. Büfenin
altında koskoca, kızıl bir av köpeği uzanmış yatıyordu. Durmadan bağrışan bir sürü yavru çevresini sarmıştı. Kıyıda bucakta da başka köpekler vardı.

Uğultulu Tepeler

Can Yayınları