Nevhiz Tanyeli

Şubat ayında kaçırılmaması gereken sergilerden biri de Yalnızlığımın Garip Şarkısı başlıklı Nevhiz Tanyeli retrospektifi. Erkan Doğanay’ın küratörlüğünü yaptığı, 26 Şubat’ta başlayan ve 16 Nisan’a kadar görülebilen sergi İşsanat Kibele sanat galerisinde izleyicilere sunuldu.


Şubat ayında kaçırılmaması gereken sergilerden biri de Yalnızlığımın Garip Şarkısı başlıklı Nevhiz Tanyeli retrospektifi. Erkan Doğanay’ın küratörlüğünü yaptığı, 26 Şubat’ta başlayan ve 16 Nisan’a kadar görülebilen sergi İşsanat Kibele sanat galerisinde izleyicilere sunuldu.

Nevhiz Tanyeli

1941 Edirne doğumlu olan Nevhiz Tanyeli, 1965’te IDGSA’nın Yüksek Resim Bölümü’nden mezun oldu. Paris’te uzmanlık eğitimi gördü, 1976’da yurda dönene dek Fransa, İngiltere, İspanya’da müzelerde ve galerilerde resim üzerine çalışmalarını sürdürdü. Nevhiz resimlerini ikinci yeni şiiri ve dönemin edebiyatıyla ilişkisini göz önünde bulundurarak yorumlamak gerek. Bizi Nazım Hikmet’le, Edip Cansever’le, Sevim Burak’la ve başka edebiyatçılarla yeniden karşılaştıran, onlardan beslenen bir resim bu. Türkiye’nin siyasal olarak en çalkantılı zamanlarında, 1970’li yılların sonundan 1990’lı yılların ortasına dek Nevhiz, İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü ve Mimar Sinan Üniversitesi’nde akademisyen olarak görev yapmış. Emekli olduğu günden bu yana da tutkusuyla resim yapmaya devam ediyor.

Baştan uyarayım: Sakin, huzurlu, kendiyle barışık bir resim değil bu. Hareketli, dinamik, sarsıcı, kışkırtıcı figüratif bir resim bulacağız karşımızda. Goya’nın düşsel resim dünyasından bildiğimiz dehşet duygusunu canavarlar ve iblisler değil, El Greco’nun ve Giacometti’nin figürlerine benzer ince uzun kırılgan bedenler taşıyorlar bize. Vücutlarının içinin görülebildiği oyukları, delikleri, dürtüleri olan yaralanabilir bedenlerin dolaştığı ürpertici ressam rüyalarıdır belki de bunlar. Fakat Deleuze ve Guattari’den ilhamla söylersek bir şizoanalize konu olabilecek bu dünyayı, ruhun derinliklerindeki karabasanları, bilinçdışı korkuları ve kabusları hatırlatan öznel bir duygu dünyası olarak tarif etmek yerinde olur mu? Oysa ki bu resimler beden ve ruhun ayrılığını reddederek, devlet şiddeti ve kapitalizm eleştirisi de yapıyor olabilirler.

Bu resimlerdeki olaylar, Goya’daki gibi siyah dumanların çevrelediği karabasanlarla dolu bir kabus sahnesinde meydana gelmez; akışkan mavi ve yeşil bir doğal içkinlik aleminde gerçekleşirler. Luce Irigaray’a göre dişil ögeler olan su ve havanın, bizi rahatlatıp hafifletmesi ve kendimizden geçirmesi beklenecektir. Havanın ve suyun hem Nevhiz’in figürleri hem de resme bakan bizler üzerinde böyle bir etkisi olmadığı söylenemez. Fakat Nevhiz bu akışkanlığın içerisinde gerçekle karşı karşıya gelmemizi de ister. Onun aradığı bu gerçek bizim hep kaçmaya yeltendiğimiz, acıda, ölümde, hastalıkta, şiddette, korkunç katliamlardadır. Bakmaya gayret ettiğimizde bu acının kişisel sebep ve koşullarla açıklanamadığını, toplumsal bir derinlik taşıdığını görmek zor değil. Onun resimlerinde ruhun acıları tamamen bedene işlenmiş, bütünüyle toplumsal ve tarihseldir. Nevhiz’in resmi yakın geçmişin siyasi şiddet tarihine sanatsal bir biçimde tanıklık eder. Nazım’ın onu çok etkileyen Şeyh Bedrettin Destanı’ndan, Çorum ve Maraş katliamlarına, 12 Eylül işkencelerinden bizi birbirimizin yüzüne bakmaya utanır hale getiren daha yakın tarihli katliamlara kadar siyasal ve sistemli şiddetin bizlere neler yaptığını konuşabiliriz Nevhiz’in resimlerine bakarak.

Nevhiz resimlerinin mekanı çoğunlukla boşluktur, figürler boşlukta düşerler. Kimi binaların balkonlarından, camlarından aşağı atar kendini, kimi de sanki
kendi hayatının boşluklarından dünyaya fırlatılmıştır. En nihayetinde hepimiz havada, boşluktayızdır. Temelsizliği, zeminsizliği, dayanaksızlığı, güvencesizliği yaşarız. Yerçekimi bizi aşağıya çektiği; çok yakında, eninde sonunda yere çarpmamız kaçınılmaz olduğu halde, Nevhiz’in insanları ‘hayır’ demeye devam ederler. Hatta ‘hayır’ pankartları taşıyarak düşenler vardır. Peki sadece direnen insanlar mı düşer? Aslında itiraf etmek gerekir ki, dirensek de direnmesek de düşeriz; çünkü her şey düşmektedir. Hayvanlar, insanlar, eşyalar… Buna kozmik anlamda bir düşme diyebiliriz. Dibe doğru akan bir evrende, bizi aşağıya çeken bir girdaba kapılmış vaziyette sürükleniriz.

Sadece insanlar değil, doğa da kendini bırakmıştır. Tüm varolanlar hep beraber bir dibe doğru gidiş içerisinde bulunur. Yerde bazen kabuğunun üzerine düşüp vücudunu bir türlü çeviremeyen kaplumbağalar da görürüz. Onlar belki düşmenin bitiminde eğer sağ kalırsak ne olacağına dair soruya bir yanıt olabilirler. Onları belki de yalnızlığın sembolü olarak görebiliriz.

Toplumsal kaygı ve dehşet içerisinde eylemlerin sebeplerini tartıp sonuçlarını hesap etmeyi bırakıp bedenimizi serbest bıraktığımızda ne olur? Düşmekten mi korkarız? Düşmeyi göze alsak ne olur? Nevhiz resimlerinde düşmeyi bir kaçış düzlemi olarak kurgular. Bu özgürlüğün dehletin içerisinde bir tür deliliğe evrilmesi midir? Varolma kaygısını aşan hesapsız bir gözü karalığın geleceğe verdiği bir rıza mıdır? Hakimiyetin kaybı olan düşme nasıl bir direniş olabilir? İşte Nevhiz’in resmi bizi en çok bu soruyla baş başa bırakıyor.