Kürk Mantolu Madonna’da toplumsal cinsiyet normları tarafından belirlenen kalıplaşmış davranış biçimlerine karşı eleştirel bir tutum benimsendiği görülür. Romanda, verili toplumsal cinsiyet konumları sorunsallaştırılarak eril iktidarın hem kadını hem de erkeği belirli sınırlar içinde yaşamak zorunda bırakan güçlü konumu eleştirilir.
Eril iktidar ve eril iktidarın biçimlendirdiği kadın-erkek ilişkilerinin sorgulandığı romanda eril iktidarın sadece kadınlar ve erkekler üzerindeki etkilerine değil toplumsal yapılar üzerindeki etkilerine de yer verilir.
Toplumsal yaşamda eril iktidarın en önemli temsil alanlarından biri olan baba ve oğul arasındaki ilişkinin yansımalarından hareketle aile içi ilişkilerin dahi toplumsal normlar tarafından yapılandırılması üzerinde durulur. Eril iktidarın yansımalarının merkeze alınarak irdelendiği bu çalışmada romanın yazıldığı dönemin toplumsal cinsiyet algısına eleştirel bir tutumla yaklaşıldığı görülür.
Romanda, erkeklere dayatılan bir toplumsal cinsiyet konumu olarak erkekliğin problemli yapısı üzerinde durularak dönemin toplumsal yapısı ve bu toplumsal yapı içinde erkeğin yeri sorgulanır. Eril iktidarın toplumsal ve kültürel inşa süreçlerinin bir sonucu olduğu düşüncesinden hareketle romanda erkekliğin inşa edilmesinde hangi etkenlerin belirleyici olduğu üzerinde durulmuştur.
Eril iktidarın temsil edilemeyişiyle yaşanan erkeklik krizi, kadınsılaşma endişesi karşısında erkeklere dayatılan bir konum olarak erkeklik gibi meseleler sorunsallaştırılarak eril iktidarın erkekler üzerindeki yıkıcı etkisine yer verilmiştir.
Romanda kadın erkek ilişkilerine problemli bakış, Raif’in annesi ile arasındaki sorunlu ilişkiyle başlar ve sonrasında Raif ile Maria tanışana kadar devam eder. Raif’in çocukluğundan itibaren kadına bakışının sorunlu olduğu söylenebilir.
“Kadın, benim için, muhayyilemi kamçılayan, sıcak yaz günlerinde zeytin ağaçlarının altına uzandığım zaman yaşadığım bin bir türlü maceraya iştirak eden, maddilikten uzak, yaklaşılmaz bir mahluktu”
.
Raif’in bakış açısına göre kadın, gerçek dünyada erkek ile karşılıklı ilişki içinde olmayan bir statüye sahiptir. Raif’in kadınlarla sağlıklı bir ruhsal ilişkisi yoktur. Çocukluğundan itibaren kadınlara yönelik geliştirdiği sağlıksız ruhsal tutum,
onun daha sonraki yaşlarında da devam eder. “Yirmi dört yaşında olduğum halde başımdan hiçbir kadın macerası geçmemişti” diyen genç bir adamın kadınlarla yakın bir ilişki kuramaması, onun içe dönüklüğünü gösterir. Raif’in içe dönük ve utangaç bir kişiliğe sahip olması, onun kadını daima uzak durulması gereken öteki olarak görmesine sebebiyet verir.
Raif, “Bir kadın herhangi bir şekilde hoşuma gidince ilk yaptığım iş ondan kaçmak olurdu. Karşı karşıya geldiğim zaman her hareketimin, her bakışımın sırrımı meydana vuracağından korkar, tarifi imkânsız, adeta boğucu bir utanma ile dünyanın en
zavallı bir insanı haline gelirdim. Hayatımda hiçbir kadının, hatta annemin bile gözlerine dikkatle baktığımı hatırlamıyorum” der.
Raif’in annesiyle kuramadığı sağlıklı ilişki, onun diğer kadınlarla ilişkilerine de yansır ve Mariayla karşılaşana dek genç adam, kadınlardan daima kaçar. Romanda Raif’in kadınlara yönelik bakış açısı onun eşcinsel yönelime sahip olabileceğine
dair şüphe uyandırsa da bu şüphe, Raif’in “(h)içbir zaman masum bir insan değildim: Yalnız kaldığım zamanlar, kafamda canlanan bu kadınlarla, en usta aşıkların bile aklına gelmeyecek sahneler yaşar, sıcak ve zonklayan dudakların sarhoş eden tazyiki ağzımda, hakikatte olabileceğinden birkaç kat daha kuvvetli olarak duyardım” (s. 59) sözleriyle giderilerek onun kadınlardan kaçışının cinsel yönelimiyle ilgili olarak değil, kişilik özelliklerinin bir sonucu olarak değerlendirilmesi gerektiğine işaret edilir.
Kadınlardan kaçışı uzun yıllar devam eden Raif, müzede gördüğü bir kadın portresi karşısında adeta büyülenir. Kürk Mantolu Madonna adlı bu portredeki kadın ile birlikte tamamlanacağı hissi ile dolar ve resimdeki kadının o güne kadar gördüğü, beğendiği, değer verdiği tüm kadınların karışımı ve onun hayal dünyasındaki kadının gerçeğe dönüşmüş hâli olarak karşısında durduğunu düşünür:Ben bu kadını yedi yaşımdan beri okuduğum kitaplardan, beş yaşından beri kurduğum hayal dünyalarından tanıyordum. Onda Halit Ziya’nın Nihal’inden, Vecihi Bey’in Mehcure’sinden Şövalye Büridan’ın sevgilisinden ve tarih kitaplarında okuduğum Kleopatra’dan, hatta mevlit dinlerken tasavvur ettiğim, Muhammed’in annesi Âmine Hatun’dan birer parça vardı. O benim hayalimdeki bütün kadınların bir terkibi, bir
imtizacıydı.
Raif, her gün sergiye gider ve en çok vakti Kürk Mantolu Madonna adlı tablonun önünde geçirerek resmi seyreder. Tablodaki kadının yüzünde her defasında yeni ifadeler görür. Bir gün ressam olduğunu tahmin ettiği bir kadın, ona baktığı resmin çok mu hoşuna gittiğini sorar, o da tablodaki kadını annesine benzettiği için beğendiğini söyler. Ressam, böyle bir annesi olmasını isteyip istemediğini sorduğunda ise “Evet… Hem nasıl isterdim” cevabını verir. Portredeki kadın, Raif’e hem bir sevgiliye hem de hiçbir zaman gerçek bir ilişki kuramadığı annesine olan özlemini hatırlatır. Raif’in annesine olan özleminin kökeninde çocuklukta yaşanan ve sağlıklı bir biçimde çözülemeyen
Oidipus kompleksi vardır. Raif’in, babasıyla sevgisizliğin hüküm sürdüğü bir ilişki içerisinde olması ve babasını kendine uzak hissetmesi, çocukluk döneminde yaşadığı çatışmayı sağlıklı bir biçimde çözememesine sebep olur.
Bu durum, romanda Raif’in hayatı boyunca kadınlara karşı geliştirdiği sağlıksız bakış açısı aracılığıyla görünür kılınır. Raif, Kürk Mantolu Madonna adlı resme
olan ilgisinin bir kadın ressam tarafından fark edilmesi üzerine çok utanır ve bir daha resmi seyretmeye gitmez. İnsanların burada da varlıklarıyla onu rahatsız
ettiğinden yakınarak, resmi seyretmeye gidememenin ona hayatının anlamını kaybettirdiğini düşünür. Can sıkıntısıyla geçirdiği günlerde pansiyondaki dul
Hollandalı Frau Tiedemann ile ahbaplığı ilerletir. Bu kadınla beraber dışarı çıktığı bir akşam, sarhoş olmasının da etkisiyle yakınlaşırlar ve bu sırada Raif,
portresini görerek âşık olduğu Kürk Mantolu Madonna’nın onları gördüğünü fark eder. Raif’in bir kadınla ilk teması olan bu yakınlaşma da Kürk Mantolu
Madonna’nın onu bu halde görmesinden rahatsız olması sebebiyle yarım kalır.
Romanda Maria ve Raif’in ilişkisi aracılığıyla toplumsal cinsiyet normları tarafından kadına ve erkeğe atfedilen, sınırları önceden belirlenmiş davranışların sorgulandığı görülür. Butler, toplumsal cinsiyetin eril ve dişil kavramlarının üretildiği ve doğallaştırıldığı bir mekanizma olduğuna dikkat çeker (2015, s. 75). Toplumsal cinsiyetin önemli fonksiyonlarından biri, erkek 3 Freud’un gelişim kuramında 3-5 yaş arası dönem fallik dönem olarak adlandırılır ve bu dönemin çocuğun cinsiyet gelişiminde büyük bir önem taşıdığına dikkat çekilir.
Fallik dönemde çocuk anne ve babasıyla olan duygusal ilişkileri aracılığıyla öncelikle bir karmaşa yaşar ve sonrasında kendi cinsiyetini bularak bu sorunu çözer. Çocuk ile,
anne ve babası arasında yoğun sevgi ilişkilerinin yaşandığı bu dönemde “yarışma ve düşmanlık duyguları” ve “giderek belirginleşen özdeşimler” görülür. Çeşitli duyguları
ve özdeşimleri içeren bu dönemin ilişkileri Freud tarafından Oidipus kompleksi olarak adlandırılır (Geçtan, 2014, s. 37). Fallik dönemin sonunda erkek çocuğun
annesine yönelik arzusunu bastırarak ve kendisini babasıyla özdeşleştirerek Oidipus kompleksini çözmesi beklenir. Freud, fallik dönem içinde çözümlenemeyen Oidipus
kompleksinin, daha sonraki yıllarda “karakter bozukluklarına” ve “nevrozlara” sebep olacağını ifade eder ve kadından beklenilen sınırları belirlenmiş davranış kalıplarının garanti altına alınmasıdır.
Toplumsal cinsiyet normları dahilinde davranmayan kadınlar ve erkekler, yalnızlaştırılarak toplumsal hayatın dışına itilir. Kürk Mantolu Madonna’da Raif’in bazı davranışlarına kadınsılık, Maria Puder’in bazı davranışlarına da erkeksilik atfedilerek hem kadınlığın hem de erkekliğin sınırlarına ve aynı zamanda kadın ve erkeğin toplumsal cinsiyet normları tarafından belirlenen konumlarının sorunlu taraflarına da dikkat çekilmiştir. Kadından ve erkekten beklenen kalıplaşmış davranışların sınırları, toplumsal
yapı tarafından yapılandırılmış ve değişmez kabul edilmiştir. Romanda Maria’nın ve Raif’in karşı cinse atfedilen bazı davranış kalıplarını gerçekleştirmeleri aracılığıyla toplumsal cinsiyet normlarının kadın ve erkek için belirlediği davranış kalıplarının dışına çıktıkları görülür. Raif, sergide yüzüne bakmaksızın konuştuğu, bu nedenle de kim olduğunu fark etmediği kişinin o portredeki kadının kendisi yani ressam Maria Puder olduğunu ve onun yaptığı resmi ilgiyle, merakla ve tutkuyla seyreden kişiyi merak ettiğini öğrenir.
Maria; onun yalnızlığını hissettiğini, kendisinin de “hasta bir köpek kadar yalnız” olduğunu, isterse arkadaşlık edebileceklerini söyler. Maria’nın sözleri Raif’i şaşırtır: “Garip garip yüzüne baktım. Ne demek istiyordu? Bir kadın bir erkeğe bu şekilde ne teklif edebilirdi? Hiçbir şey bilmiyordum. Hiç tecrübem yoktu ve insanları hiç tanımıyordum”. Maria’nın yeni tanıştığı bir erkekle kendi duygu ve düşüncelerini çok açık ifade eden bir tutumla konuşması, toplumsal cinsiyet normları tarafından kadına atfedilen bir davranış olmadığı için Raif’i şaşırtır. Raif; çekingen, utangaç ve tecrübesiz olması ile eril cinsiyet normlarının kadına atfettiği bazı özelliklere sahiptir. Ne Maria’nın ne de Raif’in sahip olduğu özellikler, toplumsal cinsiyet normlarının kadın-erkek ilişkileri için belirlediği davranış kalıplarına uyar. Maria, Raif’in şaşkınlığı
karşısında açıklama yapmak zorunda hisseder: “ ‘Sakın siz de başka erkekler gibi düşünmeyin…’ (…) ‘Sözlerime başka manalar vermeye kalkmayın… Ben hep böyle apaçık konuşurum… Bir erkek gibi… Zaten birçok taraflarım erkeklere benzer… Belki de bunun için yalnızım’ ” der.
Maria ve Raif arasındaki ilişkide kadının ve erkeğin davranışları toplumsal cinsiyetin her iki cinse atfettiği rollerin tersidir. Kadınsı özelliklere sahip olduğu birçok kez ima edilen Raif de ve kendisini erkeksi özelliklere sahip bir kadın olarak tanımlayan Maria da kadın ve erkek için eril toplumsal cinsiyet normları tarafından belirlenen davranış biçimlerini göstermemeleri sebebiyle toplumsal yapı tarafından dışlanarak yalnız bırakılmıştır.
Raif’in Maria’ya olan bakışında cinsel arzunun ötesinde güçlü bir sevmesevilme ihtiyacı ile tamamlanmamışlık hissinin giderilmesi umudu söz konusudur. Raif, Maria’yı kendisini var edecek, tamamlayacak ve yaşamı anlamlandırmasını sağlayacak güçlü bir hayat bağı olarak görür. Ona küçük bir çocuğun annesine karşı olan saf duyguları ile bağlanır. Maria’nın kendisini eve davet ettiğini ve onunla tanışıklığının alelade bir macera ile sonlanacağını zanneden Raif, bu durumdan çok rahatsız olur ve ne diyeceğini şaşırır. Buna karşılık Maria: “Ne oluyorsunuz? Neredeyse ağlayacaksınız” der.
Maria’nın sözleri, toplumsal cinsiyet normlarına göre ancak bir kadının gösterebileceği bir davranış olarak görülen erkeğin daveti karşısındaki mahcubiyetin Raif tarafından gösterilmesinden duyulan şaşkınlığı yansıtır. Toplumsal cinsiyet normları, erkek cinselliğine geniş bir alan tanır ve cinselliği erkeğin başarılı ve güçlü hissetmesinin bir yolu olarak görünür kılar. Raif ise normların erkeğe atfettiği davranış biçiminin tam aksine Maria’yla yaşayacaklarının sonucunda aşkının sıradan bir çapkınlık macerasına
dönüşmesinden korkar. Maria’ya duyduğu aşkın alelade bir hâl almasındansa Maria tarafından aptal ve acemi yerine konulmayı tercih eder. Maria’ya aşık olan Raif, yaşadığı duyguyu cinsellik ile sıradanlaştırmaktan kaçınır.
Maria, onun yıllardır özlemini çektiği, yarım kalan tüm duygularını tamamlayacak olan kadındır. Raif’in “O zamana kadar bütün insanlardan esirgediğim alaka, hiç kimseye karşı tam manasıyla duymadığım sevgi sanki hep birikmiş ve muazzam bir kütle halinde şimdi bu kadına karşı meydana çıkmıştı” sözleriyle ifade ettiği duygu, Maria’ya karşı hissettiği büyük aşktır. Uzun yıllar içe dönük, yalnız ve utangaç bir insan olarak yaşayan Raif, ilk defa bir kadının varlığıyla ve aşkıyla dış dünyanın farkına varır. Maria Puder’i tanıdıktan sonra Raif, bir ruhu olduğunu fark eder: “Bütün çekingenliğim yok olmuştu. Bu kadının karşısında her şeyimi ortaya dökmek, bütün iyi ve fena, kuvvetli ve zayıf taraflarımla, en küçük bir noktayı bile saklamadan, çırçıplak ruhumu onun önüne sermek için sabırsızlanıyordum. Ona söyleyecek ne kadar çok şeylerim vardı”. Aşkla tamamlandığını düşünen Raif’in hayata bakışı ve hayattan beklentisi yeniden şekillenir. Raif’in Maria’ya olan hisleri; çocukluğundan itibaren karşı cinsle olan problemli ilişkisinin normalleşmesini sağlamış, Raif onunla tanıştıktan sonra içe dönüklüğünü, utangaçlığını ve sessizliğini geride bırakarak dünyayı yeniden anlamlandırmayı başarmıştır.
Eril İktidarın Sorgulanması
Kadınlar, yüzyıllar boyunca erkeklerle aralarındaki temeli eşitsizliğe dayanan ilişkileri sebebiyle erkek egemen bir dünyada kuralları erkekler tarafından belirlenmiş bir hayatı yaşamak zorunda kalmışlardır. Foucault, kadınların çok eski zamanlardan itibaren erkekler tarafından ve erkeklere hitaben düşünülmüş, yazılmış ve öğretilmiş bir erkek ahlakının oldukça sıkı yasaklarına uymak zorunda bırakıldıklarını dile getirmiştir. Düşünüre göre bu ahlak, “kadının, erkeğin iktidar altında olduğu durumlarda biçimlendirilmesi, eğitilmesi, gözetilmesi, başka bir erkeğin (baba, koca, veli) iktidarı altındaysa da, korunması gereken bir nesne ya da en iyi koşulda bir partner olarak konumlandırıldığı” eril bir ahlaktır. Kürk Mantolu Madonna’da kadın ve erkek arasındaki ilişkilerin, erkek egemen bir toplum düzeni tarafından şekillendirildiğine dikkat çekilir. Toplumsal iktidar ilişkilerinin temel formu olan erkek egemenliği, kadınlarla erkekler arasındaki ilişkileri düzenler, siyasal
sistemleri biçimlendirir ve bunların yeniden üretilmesinde kritik bir önem taşır. Maria da kadın ve erkek arasındaki ilişkileri sorgular ve erkeklerin kadınlara olan davranışlarının sadece kadın ve erkek arasındaki ilişkilerden kaynaklanmadığını, erkeklerin üstünlük duygusunun daha büyük bir düzenin yansıması olduğunu fark eder. Maria’nın kadın ve erkek cinsiyetlerine bakışı, eril toplumsal cinsiyet normlarının kadın için belirlediği konumun dışındadır. Maria, bir yandan kadın ve erkek arasındaki ilişkileri sorgularken diğer yandan da toplum tarafından erkeğe verilen üstün konumu eleştirir.
Maria’nın erkeklik ile ilgili yaptığı sorgulamalar, erkeğin biyolojik cinsiyetine yönelik değildir. Genç kadın, toplumsal cinsiyet normları tarafından erkekten yerine getirmesi beklenen davranışları eleştirir. Kurduğu arkadaşlıklarda eşitlik talep eden Maria, Raif’e kimseye ihtiyacı olmadığını, kimsenin zorla dostluğunu ve lütfunu istemediğini söyler. Maria’nın yalnızlığının en önemli sebebi, eril cinsiyet normlarının kadını ikincilleştiren konumuna karşı çıkmasıdır:
“Dünyada sizden, yani bütün erkeklerden niçin bu kadar çok nefret ediyorum biliyor musunuz? Sırf böyle en tabii haklarıymış gibi insandan birçok şeyler istedikleri için… Beni yanlış anlamayın, bu taleplerin muhakkak söz haline gelmesi şart değil… Erkeklerin öyle bir bakışları, öyle bir gülüşleri, ellerini kaldırışları, hulasa kadınlara öyle muamele edişleri var ki… Kendilerine ne kadar fazla ve ne kadar aptalca güvendiklerini fark etmemek için kör olmak lazım. Herhangi bir şekilde talepleri reddedildiği zaman düştükleri şaşkınlığı görmek, küstahça gururlarını anlamak için kâfidir. Kendilerini daima bir avcı, bizi zavallı birer av olarak düşünmekten asla vazgeçmiyorlar. Bizim vazifemiz sadece tabi olmak, itaat etmek, istenilen şeyleri vermek… Biz isteyemeyiz kendiliğimizden bir şey veremeyiz… Ben bu ahmakça ve küstahça erkek gururundan tiksiniyorum. Anlıyor musunuz? Sizinle, bunun için dost olabileceğimizi zannediyorum. Çünkü halinizde o manasız kendine güvenme yok.”
Maria Puder’in, verili toplumsal cinsiyet normlarının erkeğe atfettiği sarsılmaz birincil konuma yönelik sözleri, bu statünün sadece erkekler tarafından kabul gördüğüne ve onların yararına olduğuna işaret eder. “Zihin, akıl, zekâ ve aşkınlık eril olarak şekillenmiş, bunların karşıtları da dişil olarak şekillenmiştir”. Maria’nın erkeğe atfedilen bir konum içinden konuşuyor olması, toplumsal olarak kadına verilen ikincil statünün dışına çıkması demektir. Maria, toplumsal cinsiyet normlarının kadından beklediği davranış biçimini göstermez; bu sebeple de hem kadınlar hem erkekler tarafından dışlanarak yalnız bırakılır. Maria Puder, erkek cinsiyetine özgü kalıplaşmış bazı düşünce biçimlerinden ve beklentilerden bahseder. Bu düşünce biçimlerinin ve beklentilerin tarihsel ve toplumsal bir kökeni vardır. Geçmiş zamanda kadın “içkinlik”, erkek ise “aşkınlık” ile özdeşleştirilmiştir.
Bu durumda kadının görevi “yaratıcılık değil, besleyiciliktir”, kadından sadece doğuştan sahip olduğu birtakım özellikleri sürdürmesi beklenir, kadın toplumun “duruk, kendi içine dönük, kapalı kutu yanını canlandırmaktadır”. Kadının toplumsallaşmasının önüne set çeken bu tarihsel bakış açısı, kadını ev içine mahkûm eder. Maria Puder’in verili toplumsal cinsiyet konumları ile ilgili yaptığı eleştiriler aracılığıyla toplumsal cinsiyet konumlarının toplumsal, tarihsel ve kültürel birer inşa olduğu düşüncesine yaklaştığı görülür. Beauvoir, “Kadın doğulmaz, kadın olunur” der. Bu sözden hareketle Direk, kadın ile erkek arasındaki tahakküm ilişkisinin kadını ikincil konumda tutan hiyerarşi olduğuna dikkat çeker ve sorunun biyolojik erkek cinsiyeti değil, erkeğe atfedilen toplumsal konum olduğunu ifade eder. Burada hedeflenen toplumsal cinsiyet konumlarını belirleyen “tarihsel erkek egemenliğidir” ve “bir cinsiyetin diğerini ezmesi, onun üstünde tahakküm kurması sorunsalıyla sıkı sıkıya bağlıdır”.
Bu durumda kadının kendi cinsiyetine dair kazandığı her farkındalık, eril iktidarın kadın için belirlediği sınırların dışına çıkmasını da beraberinde getireceğinden erkek için güç kaybına sebep olur. Berktay, geleneksel erkeklik kavramının dayandığı kadınların doğal olarak daha aşağı olduğu kabulünün kadınların kazandığı her özgürleşme edimi ile bir kere daha sarsıldığına dikkat çekerek, bu durum karşısında erkeklerin kendilerini daha güçsüz ve daha az erkek hissettiklerini dile getirir. Romanda Maria’nın kabul edilmemesinin temel sebebi, bir kadının kendini erkeklerle eşit haklara sahip olarak görmesidir. Bu durum, onun normun dışına itilmesine ve yalnız bırakılmasına sebep olur. Maria, “Bilhassa tahammül edemediğim bir şey, kadının erkek karşısında her zaman pasif kalmaya mecbur oluşu… Neden? Niçin daima biz kaçacağız ve siz kovalayacaksınız? Niçin daima biz teslim olacağız ve siz teslim alacaksınız? Niçin sizin yalvarışlarınızda bile bir tahakküm, bizim reddedişlerimizde bile bir aciz bulunacak? Çocukluğumdan beri daima isyan ettim, bunu asla kabul edemedim” diyerek kadın erkek ilişkilerinde kadına verilen ikincil konumu sorgular ve yaptığı sorgulamaların sonucunda kadına verilen bu konumu kabul etmez. Etrafındaki kadınların kendilerine verilen ikincil konumu kabul etmeleri üzerine kendisinin anormal hissetse de en sonunda diğer kadınlardan daha normal olduğu için kadına verilen ikincil konumu kabul etmediğine karar verir. Maria, küçük yaşta babasını kaybetmiş ve annesiyle birlikte büyümüştür. Annesi oldukça pasif ve itaat etmeye alışkın bir kadındır.
Maria; annesini idare etme görevini üstlenmiş, annesine akıl vermiş ve destek olmuştur. Maria’nın babasının yokluğunda erkek tesirinden, dolayısıyla eril toplumsal cinsiyet normlarının baba aracılığıyla temsilinden uzak geçen yaşamı ve annesinin bir kadın olarak pasif duruşundan duyduğu rahatsızlık, kadının ve erkeğin eşit olduğu düşüncesini geliştirmesine imkân sağlamıştır. Ancak bu fikir, onun hem kadınlar hem erkekler tarafından dışlanarak kendisini daima yalnız hissetmesine sebep olmuştur:
“Mektepte kız arkadaşlarımın miskinliği, emelleri beni daima tiksindirdi. Hiçbir şeyi, kendimi erkeklere beğendirmek için öğrenmedim. Hiçbir zaman erkeklerin önünde kızarmadım ve onlardan bir iltifat beklemedim. Bu hal beni müthiş bir yalnızlığa mahkum etti. Kız arkadaşlarım benimle ahbaplık etmeyi ve fikirlerimi kabul etmeyi zevklerine ve rahatlarına aykırı buldular. Hoş tutulan bir oyuncak olmak, onlara insan olmaktan daha kolay ve cazip geliyordu. Erkeklerle de arkadaş olmadım. Aradıkları yumuşak lokmayı bende bulamayınca müsavi kuvvetlerle karşı karşıya gelmektense kaçmayı tercih ettiler.”
Maria, çalışma yoluyla kendi ekonomik özgürlüğünü de kazandığından erkeklerle olan ilişkisini zorunlu bir bağımlılık ilişkisi içinde değil, karşılıklı sevgi bağı içinde sürdürmek ister. Direk; kadının üretici ve etkin olmasıyla aşkınlığa erişebileceğini, kurduğu tasarılarda kendini özne olarak görerek, kazandığı para ve haklarda üzerine düşen sorumluluğu alarak yaşadığı dünyayı dönüştürebileceğini ve erkekle arasındaki eşitsizliği tam olarak giderebileceğini söyler. Maria, babasının yokluğunda eril iktidarın cinsiyetçi yapılanmalarının çocuklara dikte edildiği bir ev ortamından uzakta büyümüştür.
Bu nedenle eril normun kadından beklediği ya da kadın için ideal sayılan davranışların dışında bir hareket imkânına sahip olabilmiştir. Cinsiyetçi her türlü davranışa ve düşünceye karşı çıkarak kendi yolunu erkek tahakkümü olmadan çizmeyi başarmıştır. Yaptığı işi, erkek tahakkümüne tercih etmiştir ancak bu tercih de onu yalnızlığa mahkûm etmiştir. Maria’nın yalnızlığı, Raif’in kadın erkek ilişkilerine olan demokratik bakışı ile son bulur. Bu sayede Maria, bir erkeğe güvenmeyi ve bir erkeği sevmeyi öğrenir.
Romanda duygusallığı ve hassaslığı sebebiyle kadınsı bulunan Raif ile cesur ve açık sözlü olmasından dolayı erkeksi bulunan Maria’nın, kısaca toplum tarafından dışlanan iki insanın, aşkı birbirinde bulması anlatılır. Bu yolla eril toplumsal cinsiyet normlarının kadın ve erkek için belirlediği sınırlar aşılır. Romanda kadının ve erkeğin, normun her iki cinsiyet için belirlediği özelliklere sahip değilken de mutluluğu bulabilecekleri anlatılır.
Roman boyunca eril iktidar normlarının hem erkek hem de kadınlar için çizdiği sınırların sorgulandığı görülür. Romanda Maria tarafından erkek ahlak, erkeğin koyduğu yasa, erkeğin kadına bakışı ve normun doğallaştırdığı kadına verilen ikincil konumun kadın tarafından kabul edilmesi, erkek tarafından idealleştirilen ve arzu edilen kadının kendini nesne haline getiren kadın olması gibi özellikler eleştirilir. Romanda toplum içinde kadına verilen ikincil konumun sadece kadın ve erkek arasındaki ilişkilerden kaynaklanmadığını fark eden Maria aracılığıyla kültüre ve topluma egemen toplumsal cinsiyet normlarının kadın ve erkek için her türlü davranış kalıbını ve sınırı belirlediği üzerinde durulur.
Romanda eril iktidar normlarının geleceğe aktarılmasında önemli bir işleve sahip olan ve ataerkil toplumsal yapının geleceğini güvence altına alan baba ve oğul arasındaki ilişki üzerinde durulur. Romanda baba, iktidarın temsilcisidir ve oğlu ile arasında yapıcı ve var eden bir ilişki kurmaz. Bunun sebebi, normların babaya atfettiği yüksek, güçlü ve üstün konumdur. Romanda Raif, babası tarafından bir gün işlerini devredeceği kişi olarak görülüp eğitilmeye çalışılsa da bu süreçte Raif’in ilgileri ve merakları göz önünde bulundurulmadığından, babanın ölümüyle birlikte mirası paramparça olur. Romanda var etmeyen babaoğul ilişkisinin yıkıma sebep olduğuna işaret edilir.
Erkeğin erkek olduğunu topluma bir kereye mahsus olarak kanıtlaması, onun toplum tarafından erkek olarak görülmesi için yeterli değildir. Hegemonik erkeklik kavramı, erkekliğin daima inşa edilmeye muhtaç bir alan olduğuna vurgu yapar ve sınıf, para, güç gibi araçlara sahip olan erkeklerin iktidardan daha fazla pay aldıklarını ifade eder. Erkeğin iktidarını koruması, erkekliğini sürekli olarak yeniden inşa etmesine bağlıdır. Bu inşa, kadınlar ve diğer erkekler üzerinde erkekliğin ispatlanması yoluyla gerçekleşir. Romanda Hamdi, eril iktidarın inşasına katılan ve eril iktidarı temsil eden bir erkek olarak yer alırken onun karşısında Raif bulunur. Raif, kendisine bir iktidar alanı yaratamadığından hem evde hem iş yerinde erkeklik konumunu temsil edemeyen ve erkekliği çevresindekiler tarafından kabul edilmeyen bir erkek olarak hayatını sürdürmek zorunda kalmıştır. Romanda eril iktidarın sadece ikincilleştirmek suretiyle kadınlar için değil, erkekler arası bir mücadele alanı olması ve daima erkekliği ispat etme zorunluluğuyla erkekler için de yıkıcı bir etkiye sahip olduğuna dikkat çekilmiştir.
Eril iktidar normlarına göre rekabetçi olma, meydan okuma, güçlü olma, kazanma, üstünlük gibi özellikler bir erkekte bulunması gereken ve erkekliği ispat eden en önemli özelliklerdir. Bu özelliklere sahip olmayan erkekler, eril toplumsal cinsiyet normları tarafından yeterince erkek olmamakla suçlanırlar. Romanda Raif; içe dönük, sessiz, hassas ve kırılgan yapısıyla eril toplumsal cinsiyet normları tarafından kadına atfedilen özelliklere sahip olması sebebiyle daima çevresindekiler tarafından kadınsı bulunur. Kürk Mantolu Madonna’da eril toplumsal cinsiyet normları tarafından kadına ve erkeğe atfedilen bazı duyguların ve davranışların insanların hayatlarını zorlaştırdığına dair bir eleştiri yapılmıştır. Bu bağlamda cinsiyetçi kalıplardan uzaklaşmanın, insanları özgürleştireceğine işaret edilmiştir.
Hacettepe Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları