Ahmet Kaya’nın patlama yaptığı yıllar, Kızıltoprak Lisesi’nde okuyan bizlerin ergenlik sivilcelerinin de birer ikişer patladığı yıllara denk düşer. Birimiz vardı ki ne sivilceler ne de hayatın hayhuyu çirkinleştirebildi onu. Yeşil gözlü, esmer tenli Fuat’ı diyorum; Kuaför Fuat. Kimi kimsesi yoktu, mahalleye nerden geldiğini bilmem. Çorumlu Rüstem’in yanında büyüdü, mesleği de ondan kaptıydı zaten. Rüstem ölünce Paris Kuaförün kalfası olan Fuat’a, lisedeyken okulun ve her daim mahallenin kızları hastaydı, ama bizimki hiçbirine pas vermiyordu. “O’lum manyak mısın sen!” diyorduk. “Bebek gibi lan çoğu, derdin ne senin?”
Çok geçmeden işin aslı ortaya çıktı: Bizimki gönlünü kuaförün manikürcülerinden Serap’a kaptırmış. Serap da
serap ha! Çuval giyse yakışacak cinsten. Sürekli anlatırdı, “Serap şöyle de Serap böyle…” “Hay Serap kadar başına taş düşsün!” de diyemiyorsun tabii. Kız, Fuat’a yüz vermeyince hepten abayı yaktı bizimki, deli divane oldu.
Bi’ kış akşamı işten çıktıklarında, mahallenin yolunu da, yoksulluğunu da balçıklaştıran yağmur birikintisine
basmamaya çalışarak evine dönen Serap’a yaklaşmış bizimki. “Bi’ dakkan var mı?” diye sormuş.
“Var Fuat?”
“Seni çok seviyorum Serap, hem de çok!”
Buyur burdan yak, ne desin şimdi kız! “Bir süredir hissediyordum bunu Fuat,” demiş. “Ama ses etmedim, kusura bakma, duygularının bir karşılığı yok bende. Hem, böyle hissetmene yol açacak bi’ davranışım olduysa da özür
dilerim.”
Bizimki başlarda Serap’a hak verir göründü. Sevmeyebilirdi kardeşim, zorla mıydı bu işler! Sonrasında bi’ tutkuya
dönüştü Serap. Her aşk biraz hastalıklıdır ama bununki başka türlüydü.
Bi’ gün eve dönüyoruz, otobüs durağının yakınında hatunu gördü. Bacaklarını pergel gibi açıp yanında bitiverdi. Hani özel mevzular, çok da yaklaşılmıyor, belli bi’ mesafeden dinliyorum. Fuat var ya, sarı hummaya tutulmuş
gibi titriyordu. “Nerden geliyorsun?” diye sordu.
Serap, elindeki ekmeği kaldırdı. “Fırındaan!” dedi. “Hem sana ne! Kim oluyorsun sen be, yettin artık!”
“Ölüyorum Serap, senin için ölüyorum!”
“Geber!” deyip çekti gitti Serap. Ne yapacağını şaşıran Fuat’ın dişleri zangırdıyordu. Elleriyle yüzünü avuçladı.
Otobüs durağının demir direğine iki kere kafa attı. Zor yetiştim, ya kafası kırılacak ya direk devrilecekti, o kadar
yani.
Bi’ hafta geçti geçmedi. İşe gitmediğini öğrendim. Mahalleyi aradım taradım, ortalıkta yok. Sonunda parkta ağlarken buldum bunu. Alevi sönmeye yüz tutmuş bi’ kibrit çöpü misali cılızlaşmış, erimişti. Burnunu gocuğunun yenine sildi.
Bankın altındaki şarap şişesini alıp kafasına dikti. Hava daha kararmamıştı ama belli ki Fuat’ın bulunduğu âlem zifiri
karanlığa gömüleli çok olmuştu. Yanına çöküp, “O’lum niye bıraktın işi, ne güzel bi’ akarın vardı be?” dedim. Kenetleyip dizlerinin üzerine koyduğu ellerine bakarak konuştu: “Birader, içmeme, Serap’ı düşünmeme mani oluyordu iş!”
Haydaa! Ulan dedim, Fuat kafayı hepten sıyırmış. İçki denizine balıklama dalmış. Harbiden öyle oldu kardeşim,
cayır cayır içiyordu herif; şarap, ispirto, kolonyaya kadar vardırdı işi. Bulsa, cila niyetine saf alkol boca edecek
bünyeye, o kadar uçtu yani. Şimdi düşünüyorum da, bence Serap ondaki alkoliğin açığa çıkmasına vesile oldu, hepsi o.
Mahalle büyüklerinin nasihati de fayda etmedi, hiç ama hiçbir şey kâr etmedi Fuat’a. Yaz ortasında battaniyeye
sarılıp parkta çekiyordu bizimki. Bi’ gün, durup dururken omzundaki battaniyeyi attı. Yarısı dolu şarap şişesini duvara fırlatıp, “Bırakacam ulan bu mereti!” diye bağırdı. “Tedavi olacam!”
Vay be dedik, sevindik, yeniden güzel günlere dönüyor Fuat. AMATEM’e yatırdık bunu. Zor oldu ama altı ay
sonra çiççek gibi taburcu ettiler bizimkini. Taksiyle hastaneden dönüyoruz, şans mı kısmet mi bilmem,
mahalle girişinde karşımıza Serap çıkmaz mı! Göz ucuyla hatuna bakan Fuat bir an durdu. Sonra yoldan geçen birini görmüş gibi kafasını öte tarafa çeviriverdi.
O an bi’ sevindim. “Lan,” dedim. “Kurtuldu, bizimki kurtuldu valla!” Bi’ hafta geçti geçmedi yanıma geldi. “Birader, biraz paraya ihtiyacım var, Akkuş’ların lokantaya gidecem, çorba içicem.” dedi. Gözlerinin dibine baktım. Hayır,
işkilleniyorsun. “Bi’ çorba ya, inan!” diye üsteledi. O gün, önüne gelenden “çorba” parası istemiş, bazıları vermiş,
bazıları vermemiş.
Ne mi oldu Fuat’a? Ertesi gün parkta bulduk. Üzerine kar yağıyordu. Ağzından sızan kanlı köpüğü uyuz bir köpek
iştahla yalıyordu. Bedeni kaskatıydı. Etrafında şarap ve ispirto şişelerinden neredeyse küçük bir dağ vardı.
Emrah Polat’ın Terra Rosa isimli öykü kitabının tamamını ücretsiz okumak için tıklayın: