Beni Kör Kuyularda, Hasan Ali Toptaş tarafından yazılmış ve 2019 yılında Everest Yayınları tarafından yayımlanmıştır. Toplam 238 sayfa ve 12 ayrı bölümden oluşan tek bir öyküdür. Kapak fotoğrafı Nuri Bilge Ceylan’a aittir. Yazar, kitabın ilk sayfasında Emil Cioran’a ait bir söze yer vermiştir:
‘’Bir kez selâmete erdikten sonra, kendine hâlâ canlı demeye kim cesaret edebilir?’’
Toptaş dili kullanmadaki ustalığı ile postmodern edebiyatın en iyi temsilcilerinden biridir.
1958 yılında Denizli’nin Çal ilçesinde dünyaya gelmiştir. Kitapları, İsviçre’den Güney Kore’ye kadar pek çok ülkede yayınlanmış ve ona ‘’Doğunun Kafkası’’ denmiştir. İlk öykü kitabı olan Bir Gülüşün Kimliği’nde çeşitli dergilerde yayımladığı öykülerini toplamıştır.
1990 yılında ise ikinci öykü kitabı olan Yoklar Fısıltısı yayımlanmıştır. 1992 yılında Çankaya Belediyesi tarafından yapılan yarışmada birinci olmuştur. Ona birinciliği getiren eseri Ölü Zaman Gezginleri’dir. Sonsuzluğa Nokta adlı romanı ise Kültür Bakanlığı tarafından yayımlanmıştır. Bu romanı sanat hayatının kırılma noktasını oluşturur.
1994 yılında Gölgesizler adlı romanı sayesinde geniş bir halk kitlesi tarafından tanınmıştır. 1999 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülünü Bin Hüzünlü Haz adlı romanıyla kazanmıştır. 2005 yılında yayınladığı romanı Uykuların Doğuşu 2006 yılında Orhan Kemal Roman Ödülü almıştır.
Türk Edebiyatı’nda Oğuz Atay, Yusuf Atılgan ve Bilge Karasu’yu kendi edebî çizgisine yakın görmektedir. Dünya edebiyatında ise, Kafka ve Kundera’nın roman görüşlerine yakınlık duymuştur. Dili çok önemser ve onu bir araçtan çok daha öte görür. Eserlerinde kullandığı sözcükleri büyük bir titizlikle seçer ve sözcüklerin birbirlerine katmış olduğu ahengi büyük bir ustalıkla kullanır. Toptaş, roman ve hikâyelerini şiirsel bir dille yazmıştır.
Beni Kör Kuyularda, ‘’Güldiyar’’ isimli küçük kızın ve ailesinin dramını anlatıyor.
Toplumun seyir merakını ve para hırsıyla vicdanını kaybetmiş hâlini eleştiriyor. Babası Muzaffer ve annesi Bahriye’yle birlikte köyden, Ankara’nın ücra bi köşesine taşınmış olan Güldiyar’ın bir de ‘’Hüseyin’’ adlı kayıp bir abisi var fakat abisi kitap boyunca gizemini korumuş. Romanda duru bir Türkçe kullanılmışsa da kelimelerin uyumuna önem veren yazar edebî sanatlara, betimlemelere ve (cağıl cuğul gibi) ikilemelere fazlasıyla yer vermiş. Romanın kilit noktası ‘’Güldiyar’’ isimli küçük kızın ağlarken gözlerinden yaş büyüklüğünde taşlar düşmeye başlaması…
Toptaş’ın seçmiş olduğu bu ilginç konu üzerine haber arşivlerini karıştırırsak aslında tıpkı Güldiyar gibi gözlerinden yaş büyüklüğünde taşlar dökülen Yemenli bir kız olduğunu ve tıpkı Güldiyar’a yapıldığı gibi ona da ‘’içine şeytan kaçmış’’ gibi gerçeküstü suçlamalarda bulunulduğunu görebiliriz.
Öykü boyunca Güldiyar’a ne olduğu, biçare kızın gözlerinden neden taşlar döküldüğü meçhul olarak kalmış. Ayakkabı tamircisi olan babasına yemek götürmek için evden çıkan Güldiyar, o gün eve geç döner ve her ne kadar annesi Bahriye ne olduğunu sorsa da beyhude bir çaba olarak kalır.
O günden sonra sadece gözlerinden taşlar dökerek ağlamaya, kimseyle konuşmamaya başlar. Bu olay kısasürede adeta efsane gibi dilden dile dolanır ve merakına yenik düşenler, şehrin çeşitliyerlerinden Güldiyar’ın gözlerinden düşen taşları görmek için yollara düşer. Zamanla ev, avlu dolup taşar ve ‘’vah vah’’ sesleri, ‘’yazık kızcağıza’’ figânları avluda yankılanır.
Tabii Muzaffer ve Bahriye, hiç beklemedikleri bu durum karşısında ne yapacaklarını bilemez. Budurumun böyle gitmeyeceğini anlayan Muzaffer, artık Güldiyar’ı hastaneye götürmeye vehastalığına bir çare bulmaya karar vermiştir fakat sabah uyandıklarında Güldiyar’ın annesi Bahriye’nin cansız bedenini bulurlar.
Bedbaht halde olan Muzaffer ve Güldiyar’ın yardımına komşuları Dursun ve Emine koşar. Güldiyar’ın gözünden dökülen taşları görmek isteyen meraklı kalabalığı geri çeviremediklerinden, Dursun bu duruma bir çare bulmak için kuzeniCihanı çağırır. Cihanla beraber arkadaşı Rüstem de gelir ve zaten ne yapacağını bilemez haldeolan Muzaffer ve Güldiyar’ın başına büyük bir iş açar. Zavallı Güldiyar mafyanın eline düşer .Para karşılığı, meraklı kalabalığa sanki bir tragedya oynanıyormuşçasına zorla izlettirilir.
Her sabah siyah elbiseli, uzun boylu adamlar avluda belirir ve gün içerisinde bir liste yapıp Güldiyar’ı görmek isteyenleri sırayla içeri alır. Muzaffer artık evi satıp her şeyden kaçıpkurtulmak ve köye dönmek istese de yapamaz. Hatta zavallı adamı epey bi hırpalarlar. İnsanlar para verip Güldiyar’ı seyredebilmek için günlerce avluda sırada bekler. HattaGüldiyar’ın ağladığını göremediklerinde hayıflanmaya başlarlar. Meraklı kalabalığı memnunedebilmek için zavallı kızı, oturduğu minderin ardına mor bir perde asıp perdenin arkasından bıçakla dokunarak ağlatmaya çalışırlar.
Sırtı yaralarla dolan Güldiyar; artık tüm bu olanlara dayanamaz. Açlıktan ve kederden iyice küçülen bedeniyle son nefesini verir. Babası Muzaffer ise; Güldiyar’ın son nefesini verirken oturduğu mindere öylece bakakalır, gözünü oradan biran olsun ayırmaz. Roman; bu kez de meraklı kalabalığın, yaşadığı acılarla aklını tamamiyle yitirmiş olan Muzaffer’i seyretmek için avluda sıra olmaya başlamasıyla son bulur. Hüsranla biten bir aşk hikâyesine de yer verir yazar.
Ne olursa olsun Güldiyar’a olan aşkından vazgeçmeyen Cevher, aşkı için Güldiyar’ın evinin avlusunda klarnetinden notalara üflemekten vazgeçmez. Tüm bu kötülükler ve vicdansızlıklar içerisinde az da olsa okuyucuya umut aşılayan bir karakter var, Halil…Sürekli ağacın üzerine çıkması ve kimi zaman sabaha kadar orada kalan Halil’i garip davranışlarıyla ve ‘’siz yaşayanlar çok tuhafsınız’’ sözüyle tanırız.
Güldiyar’ın evinin çevresinde kimi zaman ağaca, kimi zaman dama çıkar; Güldiyar’ı görmek için bekleyenleri seyreder. “Ben kötülük edenle, kötülüğe maruz kalana aynı yüz ifadesiyle bakamam, her ikisine de gülümseyemem diyorum size. Bunu yaparsam o zaman da kendi yüzüme bakamam diyorum” sözleriyle aklımıza kazınır.
Kitap, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın çok sevilen şiiriyle aynı adı taşımasıyla da dikkat çekiyor.‘’ Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın, denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın…’’Aslında, ilk bakışta romanın konusuyla pek ilişkilendirilemeyen kuyu metaforu, Güldiyar’ın çaresizliğini temsil ettiği gibi onu adeta kör kuyularda çaresizce bırakan ve seyir merakına, para hırsına yenik düşüp yardım eli uzatmayan toplumun vicdansız ve çürümüş yönü, bir gölge arketipi olarak da değerlendirilebilir. Bir nevî yazarın isteği okuyucunun aynada kendisiyle yüzleşmesi ve aslında her insanın benliğinde bulunan gölgeyi görmesi. Çünkü gölge, bilinen fakat reddedilen bir varlıktır.
Toplum dediğimiz olgu, aslında duyarsızlığı, ötekileştirmesi ve vahşiliğiyle gerek geçmişte gerekse günümüzde ne denli korkunç olabildiğini gösterdi ve göstermeye devam ediyor. Her türlü kötülüğe karşı sessiz kalan, kabullenen, bu hiyerarşik düzende bir üsttekine karşı susmaya alışmıştır içerisinde yer aldığımız toplum. Rüstem’den Şakir’e kadar tüm serüven böyle akıyor. Ne evi kontrole gelen polisler, ne Halil ne de Ak Sakallı bu duruma çare olamıyor. Bu düzenin çarklarını öylesine sağlam dönüyor ki, kimse önüne geçemiyor. Kitap, HAT edebiyatına yeni bir soluk getirmekle birlikte; kitabın ana düşüncesini okuyucuya başarıyla aktarıyor.