21. yüzyılın daha henüz başındayız. Gelen yeni yüzyıl ile umutluyuz… heyecanlıyız… ve ben akademiden 3 arkadaşla buluşmaya İstiklal’e (Caddesi) çıkacağım. Çünkü birkaç gün önce bölümdeyken aramızda yapacağımız bir fotoğraf sohbeti için söz kesmişiz. Randevulaşırken aleni değiliz. “Hakikaten yahu! Biz neyin peşindeyiz bre kuzum?” Daha dün gibi hatırlıyorum. Her birimizin kendine has muğlak bir havası vardı. Sanki komünist partinin kaçak üyeleri gibi kenar oyalarında… köşe kıvırmalarında gizli fiskoslar etmiştik. Nihayetinde buluşacaktık.
Neyse… Ben Turnacıbaşı’ndan (Galatasaray) hamama doğru akarken, Şehr-i İstanbul benle eş zamanlı ama benden bağımsız mikro bir öyküsünü üretiyor… İki bebe, Yunan Konsolosluğunun kapısına dayanmış, kapının ağzını burnunu yumruklayarak kırıyorlar… Kapıdaki sesli dahili iletişim şeysinden, bir kadın aksanlı Türkçesiyle, onlara ne istediklerini soruyor. Meğerse bu sübyanlar Galileo Galilei Lisesinin öğrencileriymiş, laylon topları gördüğü şiddetten kaçmış, konsolosluğa sığınmış… Hem de siyasi iltica hakkı talep ederek… çocuklar onu istiyorlar…
Acelem vardı. İşin sonu neye… nereye vardı bilmiyorum. Umarım top kaçarak kurtulmuştur. Nihayetinde arkadaşların yanına varıyorum. Birimiz eksik, az biraz sonra o arkadaş da damlıyor. Sohbete koyuluyoruz. ÇOK dertliyiz… ÇOK… Sohbet oluyor, Şikâyetnâme… okulda hocalar şöyle… yok efendim camiamız zaten böyle… sergi yapmaya kalksan, torpilin yoksa yalan olursun… mevcut fotoğraf dergilerinin alayı sektör dergisi gibi ürün tanıtıyor… v.s… v.s…
Velhasılıkelam mayasıllı toto gibi hiç susmak bilmiyoruz. Sonunda ortak bir kanaate varıyoruz. Ve diyoruz ki; “Bir yayın çıkaralım! Bu şikayetleri dile getirirken, çözümler de önersin. Ülke fotoğrafına hizmet etsin…” Tabi ki hepimiz de havalar 1500! Kurtardık lan işte ülke fotoğrafını… Önce ad koyma girişiminde bulunuyoruz. Aramızdaki bir saksağan, “Gölgelerin Gücü Adına!” olsun” diye öneriyor. “Yavaş!” diyoruz. Rahvan gel binici sarsılmasın. Öyle isim olmaz, olsa olsa slogan olur…” Her nasıl olduysa sonunda orta yolu bularak “Gölge” adına karar veriyoruz…
“Işığın Olduğu Her Yerde Gölge de Vardır”
Bir de slogan patlatmak lazım tabi… Şöyle en afillisinden… O aralar Avrosport’ta Uzak Doğu dövüşleriyle ilgili bir turnuva var. Adamlar organizasyon için çok bumbastik bir tanıtım filmi çekmişler, paso dönüyor kanalda… Adam gavurca diyor, ama meali şu: “Işığın Olduğu Her Yerde Gölge de Vardır.” Babalar bunu Carl Jung’dan… bizse onlardan aparmışız. Oldu mu bir de cillop gibi sloganımız… Ohhh! Ohhh! Mis…
Sohbetin devamında, içeriğin ne olacağını tartışıyoruz. Hepimiz hemfikir olmuşuz… eleştiri yazıları öncelikli olacak… sergileri ve albümleri eleştireceğiz. Fanziniz ne de olsa… Türkçesi fanatik dergi yani… Yayın Yönetmeni yok! Sansür yok! Kaygı yok!
Gel zaman git zaman, güz ayında ilk sayımızı çıkarıyoruz. Turuncu kağıda, fotokopi yoluyla çoğaltmışız… Namuzsuz, çiçek gibi… mis gibi kokuyor. Kapağında 19 Ağustos 1839 yılında Fransız Bilimler Akademisi’nde François Aragon’nun “Sayın Baylar, doğa, ışık aracılığı ile bir yüzeyin üzerine geçirildi” sözleri ile başladığı ve Daguerreotype’i lanse ettiği konuşmasını betimleyen bir görsel var. Tabi biz komikli bir şeyler yapalım istemişiz; Güya François, “Beyler, Gölge çıkmış hapı yuttuk.” diyor. Diğer babalar da paniklemiş, ağızlarından, şimdi numero ikiyi yer çekiminin insafına bıraktık minvalinde bir takım laflar çıkıyor…
Bu ilk sayı İstanbul fotoğraf camiasında epey ses getirdi. Memleketteki tüm derneklere de birer kopyayı açık zarf usulü postalamışız. Vay anam vay! Vay anam vay!
Fakat azıcık mide bulantım var benim… Çünkü içimizde kendi seçtiği rumuzuyla çirkin bir bebek var. Oportünist kaygılarıyla eleştiri yerine, sergi tanıtımı yazıp, boncuk dağıtmış… Neyse boş geçelim. Zaten gemiyi de, çok affedersin ama, fareler gibi ilk o terk etti.
Cevval Kaplumbağa’nın Gazabından Tırsan Papyonlu Tilki
Bu arada grubun sözcüsü seçilmişim, röportajlar yapılıyor. Tv’lere gazetelere çıkıyoruz. Bak!… Bak!… Az biraz popülerleşince ağır eleştiriler de alıyoruz. Ne de olsa çıbanın başını tezden ezmeliler… meşrulaştırmamalılar… tehditlerle sindirmeliler… Cevval Kaplumbağa abimize, gözlük+papyon+parıldak 1 fotoğrafçı -ki o zamanlarda hocamızdı- ağır giydirmiş. Dün gibi hatırlıyorum. Verdiği röportajın hiç alakası olmayan bir yerinde, yersizlik edip; “Tecavüze uğramış kaplumbağa ile onun derdine hayıflanan kurbağa..” gibisinden bir cümleyle “Tıss!” diye zehri akıtmış. Kurbağa da ben oluyorum bu arada… röportajı okumayı sürdürüyorum. Aaa! ibibik kuşu bana en kibarından ama bildiğin “kadın satıcısı” demiş! Allah… Allah… bu yazılanların fotoğrafla ne alakası var?
Bir vakit İstiklal’de yürürken; o abiyle, %60 Hasan’ın orada, balkonda cam güzeli gibi otururken denk geliyoruz. Cevval Kaplumbağa abimiz atılıyor. Biz de düşüyoruz peşine, anında galerideyiz. 3-5 satır önce dediğim gibi okulda hocamız da olan bu fotoğrafçı zevat, atarlanıyor da atarlanıyor. Ama bi’ şeyi unutuyor… Cevval Kaplumbağa abimiz bir Laz! “Ve canını sıktın mı; Bir Laz, on kaplan gücündedir, bebeğim.” Neyse ki kendisi mini bir çakal, kendisinin o günlerde çıkmış olan bir
foto-albümünü, Fotoğrafevi Kütüphanesi’nden çıkarıp özenle imzalayıp, Gölge Fanzin’e hediye ediyor. Konu orada kapanıyor. Böylesi bir sürü vaka yaşanıyor. Ama bu başka bir yazının konusu…
Sonra bir bakıyoruz, o zamanlar anlı-şanlı, bizim de çok sevdiğimiz bir dergi hamur kağıt baskısının ardına, sarı saman kağıda basılı fotoğraf eleştirileri eklemeye başlıyor. Kimi yazılar Allah’ı var iyi… Ama içimiz sızlıyor. “Keşke işbirliği yapsaydık… Bizim tarzı böyle bariz araklamasalardı… Ama yine de “Hadi canları sağolsun” diyoruz. Sonuçta maksat ilham vermek değil miydi? Verdik işte! Daha ne? Sonra bu dergiyle bir ara tuhaf bir ilişki kurulur gibi olup, ardından yalan oluyor. Kokusu da sonra çıkıyor. Lakin gıybet kazanını şimdi kaynatmayalım. Gel zaman git zaman grup içinde farklı odaklar oluşuyor. Jurnallemeler, entrikalar, çekişmeler falan filan… Sonuçta aramızdan ayrılanlar… Tabi ki eklenenler de… Bir ara birkaç iş insanı (hastasıyım) Gölge Fanzin ile ilişki kurup, bizi ticarileştirmek istiyor. Refleks olarak, “Yok baba. Öp de cebine
koy teklifini…” diyoruz. Sonra bocalamaya başlıyoruz… Sayıların çıkışları tekliyor. Çünkü mevcut kadronun geneli, birkaç atımlık barutları bitince, hafifçecik yan çizmeye başlıyor. “Tın! Tın!..”
Meğer kafalar yağmalanmış peynir tenekesi gibi boşmuş… Bu kadarmış fotoğraf hakkında söyleyeceklerimiz… Biz de kapalı grubumuzu açıyoruz. Çağrılarda bulunuyoruz. “Yazın, çizin, eleştirin, yollayın” diye… Ama malum ülkede fotoğraf çeken bol olsa da fotoğrafa dair düşünen, bu düşünceleri kaleme alan çok az, tek tük katkı sağlayan oluyor. O da devamlılığı olmamak kaydıyla…
Vermişim Merhum Babamın Anısına Bursu Kime Ne?
Fotoğrafçı Nikos (Economopoulos) ile bağlantı kuruyoruz. “On the Road” adlı atölyesi ve fotoğrafa bakışı hakkında, 8. sayıya bir röportaj patlatıyorum. Röportaj sonunda soruyor: “Siz ne ayaksınız?” Anlatıyorum… Yakalamışım ya! Bir de Şam şeytanlığı yapıyorum. Diyorum: “Baba be! Biz bir burs veriyoruz. Karınca kararınca hani! Biz de şu kadar yeni lira var. Sen de destek ver, kazananı senin atölyeye, “Eti senin kemiği benim yollayalım.” Nikos, yakarca cevap veriyor. “Deli oğlan paraya gerek yok! Aramızda hallederiz” Mutluyum! Neşeyle “Budur be komşuluk” diyorum. İlk bursu Aytunç Akad’a, “Duvar” projesi için veriyoruz. Ardından Deniz Koçak ve son olarak Nihat Karadağ’a… Son ikisini merhum pederim adına vermişim, koltuklarım kabarık! Hoş! Yurt dışında burs konuşulmuş ve raporlara eklenmiş olsa da, memlekette bu bursu geniş kitlelere duyurmak konusunda pek başarılı olamadığımı da itiraf etmeliyim.
13′ün uğursuzluğundan mı nedir? O sayıyla birlikte durduk. Sabah ataletiyle yataktan kalkamayan tembel öğrenci gibiydik. Ortalama 4 yıl geçti yeniden momentum kazanmak için… Canına yandığımının beklemesi meğersem en uzun yolculukmuş… Ardından yeni sayıyla (14.) ve yepyeni fikirlerle geri döndük. O sayıdan sonra 7 sayımız daha çıktı. Şu ana kadar 3 aylık periyotlarda yayımlanıyordu. Lakin doldur-boşalt fanzinler yayımlamak yerine süreci altı ayda bire çıkarıp,
adam akıllı sayılar hazırlamaya karar verdik. Yeni sayı (22.) Mart ayında yayımlanacak. Fotoğrafa dair yazdıklarını çizdiklerini bizlerle paylaşmak isteyen herkese kapımız her zaman olduğu gibi bugün de açık!
Ama… “Önce bir anlayalım nedir bu Gölge Fanzin?..” diyenlere aşağıdaki bilgilendirme yazısı gelsin.
“Gölge Fanzin, ilk çıktığında İstanbul’da fotokopi yoluyla çoğaltılan bir fanatik magazindi. Eylül 2003 tarihinden itibaren turuncu renkli, A5 boyutunda ve 3 ayda bir yayımlanmaktaydı. 7. sayısıyla birlikte, mizanpajı değişerek sanal ortamda yayımlanmaya başladı. Dolaysıyla bir e-dergiye dönüştü.
Gölge Fanzin, içeriği tamamen fotoğrafa yönelik, dünyada ve Türkiye’deki ilk fanzin özelliğini taşıyor.
Bu içerik; Fotoğrafla ilgili deneme, röportaj, portfolyo, çeviri, çeşitli alıntı, karikatür, sergi ve albüm eleştirilerinden oluşmaktadır.
Ücretsizdir.
Gölge Fanzin, ülke fotoğrafına ürettikleri fotografik proje ve fikirlerle katkıda bulunmak isteyen herkese açık olan liberal esaslı bir fotografik düşünce ve görme platformudur.”
Adi Bir Röntgenciden Ötesi Değilim…
“Ben nasıl mı bulaştım fotoğrafa?”
Ailemin fotoğraf makinemizle olan gizemli ilişkisi, alakamı tetikleyen ana unsur oldu. O makine, adeta bir devlet sırrı gibi kilitler altında saklanır. Özel günlerde ortaya çıkarak, ebeveynlerim tarafından kullanılırdı. Flaşlar patlar. Tuhaf sesler çıkar. Herkes o tuhaf kutunun içine hapsolurdu. Ardından alet, yine sırra kadem basardı.
Günün birinde, Oğuz Aral’ın meşhur Hafiye Mahmut’u misali, makinenin saklandığı yeri bulup, içine hapsolanları kurtarmaya karar verdim. Sonuç hüsrandı. Önce filmi ardından da pederin contayı yakmıştım. Babam kendine geldiğinde üzerimde ufak bir fizyoterapi uygulanmıştı. Sonuçta fotoğraf kalıcı bir etkiyle bilincimin altına üstüne, her bir yerine nakşoldu.
Fotoğraflarım yaratıcı değil, çünkü sosyo-belgesel fotoğraf, yaratıcılık kavramıyla genel manada alakadar değil… Anlatırım ama şimdi bu çok uzun bir hikaye… Odaklandığım temel meseleler: ‘O an, gerçeklik, samimiyet ve kendi deyimimle sosyo-kültürel arkeoloji ile alakadar… Bakmayın böyle ciddi ciddi ve ağdalı laflar ettiği, adi bir röntgenciden ötesi değilim.
Erken dönemlerimde; “Güz” “Sonsuz Matem: Caferiler” ve “Pera” adlı projelerimi gerçekleştirdim.
Bir dönem, “Türkler” adında uzun soluklu bir proje yapmaya koyulmuştum. Fakat, ülkenin yaşamakta olduğu sosyo-politik süreç… değişim… dejenerasyon… Artık ne haltsa, beni düşündürdü. Koşulları daha objektif değerlendirebileceğim ya da safımı seçeceğim döneme kadar, bu projeyi nadasa bırakmaya karar verdim. Memleketin hali sebebiyle şu aralar fotoğraf yerine çile çekiyorum. Ama dert değil, neler görmedi ki dünya gözüyle şu aciz tanrı kulu… bu da geçer!
Gölge Fanzin’i takip etmek, iletişime geçmek ve katkıda bulunmak için aşağıdaki kanalları kullanabilirsiniz.
E-posta: froginpain@gmail.com
Twitter Hesabı: https://twitter.com/golgefanzin
Facebook Sayfası: https://www.facebook.com/golgefanzin/
Çevirimiçi Arşiv: https://issuu.com/cenkmiratpekcanatti/docs
PDF Arşiv (indirilebilir): https://www.facebook.com/groups/golgefanzin/files
Foto Müze (işitsel): https://archive.org/details/acikradyo94.920191126153033.mp3
Göz Kararı (görsel): https://medyascope.tv/2017/05/19/goz-karari-59-golgelerin-gucu-adina-cenk-mirat-pekcanatti-ile-soylesi/