11 Maddede Oscar’ın Kalbine Kısa bir Yolculuk

Bir algı araştırmasına göre dünya çapında Nobel edebiyat ödülünden sonra akla gelen ödüllerin başında kısaca Oscar olarak bilinen Akademi Ödülleri geliyor.


Fransız film endüstrisinde yönetmenler aynı sahneyi tekrarlamalarını istedikleri oyunculara şöyle dermiş: “Hadi, şu sahneyi yeniden yapalım ve Oscar kazanalım.”

Bir algı araştırmasına göre dünya çapında Nobel edebiyat ödülünden sonra akla gelen ödüllerin başında kısaca Oscar olarak bilinen Akademi Ödülleri geliyor. Kabul etmek gerek, Oscar kazanmanın çok önemli olduğu bir çağda yaşıyoruz. Üstelik sadece kazananlar için değil kimin kazandığını merak eden kocaman bir sektör ve yarattığı popüler kültür ve eğlenceye dahil olmak isteyen geniş kitleler için de töreni izlemek çok önemli. Hatta belki de izleyiciler sinemacılardan daha çok merak ediyor ödüllerin akıbetini.

Bu kuşkusuz neredeyse yüz yıllık bir kültür ve sermaye birikiminin gücüyle kurumlaşan bir merak. Nesillerdir sürüyor ve internet çağında Oscar ödüllerine dair iştah ve merak da artıyor. Peki bir film sırf Oscar aldı diye iyi film sayılmak zorunda mı? Ya da aslında çok iyi filmler aday bile olmadığı için tu kaka edilebilir mi? Sonuçta ödüllerin doğasında var olan bir şey bu. Hepsi insan yapısı ve elbette büyük ölçüde göreceli. Bu sebeple Oscar’ın sinema sanatına katkısı tartışmalı ama ticari anlamda sektör için can simidi işlevi gördüğü kesin. Milyonlarca dolarlık bir ekonomi üreten ödül süreci, büyük Amerikan sineması çarkının kültür endüstrisine bir çeşit armağanı hâliyle. Popüler ödüllerin tarihinde bir gezinti yapalım dedik.

İlk ödül töreni 1929’da Hollywood’ta Roosevelt Oteli’nde yapıldığında ilgi görmemişti ve pek haber değeri taşımıyordu. Ödül sahipleri önceden ilan edilmişti. İlk erkek oyuncu ödülünü alan Emil Jannings törenden önce heykelciği kapmış ve memleketine gitmişti. Bu arada şimdilerde dört saati aşan törenin sonuçları Douglas Fairbanks’ın sunumuyla o gün sadece 4 buçuk dakikada açıklanmıştı. Bu iddiasız başlangıca rağmen bu ödül töreninin bütün dünyayı etkisi altına alacağını herhalde o gün kimse tahmin edemezdi.

Peki ödül verilmesi de nereden çıkmıştı? Aslında tüm 20’ler boyunca bir yandan sansür öte yandan sendikal hareketlerin sarsıntıları ile boğuşan ve teknik ilerlemelere hukuken yetişmeye çalışan sektördeki güvensizlik ortamında endüstrinin haklarını savunacak bir birliğe gereksinim duyuluyordu. O günlerin acımasız tekel yapımcısı Louis B. Mayer önderliğinde “Academy of Motion Picture Arts and Science (AMPAS)” kurulunca aidat ödeyen 231 üyesinin katıldığı toplantıda “yaratıcı düşünceleri desteklemek ve değerli yapıtları ödüllendirmek” de amaçlar arasına yazıldı. Tabii Akademi Ödüllerinin daima yaratıcı ve değerli yapıtları desteklediğini söylemek zor. Hatta ilk yıllarda ödül dağıtımının Louis B. Mayer’in güdümünde yapıldığına ilişkin pek çok dedikodu çıktı. Sinema tarihine geçmiş nitelikli filmler dururken (City Lights, Scarface, Greed gibi) şimdi anımsanmayan ortalama filmlerin ödüle layık görülmesi bu kuşkuları destekledi.

Ödülün tartışmalı doğasını bir kenara bırakırsak bu tutum, değişen biçimlerde yıllar boyunca sürdü diyebiliriz. Sinema sanatına gerçek katkılar yapan pek çok sanatçı hak ettiği ödül ve değeri Akademi’den göremedi. Bunlar arasında kimler yok ki? Charles Chaplin, Orson Welles, Stanley Kubrick, Alfred Hitchcock gibi dehaları ve onların filmlerini akademi üyeleri görmezden geldiler. Bazılarına daha sonra “yarım elma gönül alma” hesabı onur ödülü filan verildi ama zamanında değer bilmeyince pek anlamı da yok tabii.

Peki akademi üyeleri, ödülleri nasıl belirliyor? İlk yıllarda bir seçici kurul vardı ve giderek sayısı düşen bu kurula 1937’de Amerikan rüyasının yönetmeni Frank Capra tüm sendika üyelerini davet edince ödüllerin dağıtımı için neredeyse demokratik bir çoğunluğa ulaşılmış oldu. Bu yıldan sonra da ödüller saygınlık kazanmaya başladı. Bugün sinemacılar ve farklı alanlardan sanatçıların yer aldığı 7000’in üzerinde akademi üyesi, uzmanlık alanlarına göre aday filmleri oyluyor. Tabii bu, yapımcıların lobi yapmasına engel olmuyor, filmlerin akademi üyelerine pazarlanması, ödül sürecinin doğal bir parçası adeta. Ayrıca 1941’den itibaren sonuçlar kapalı zarfla bildiriliyor, bu da törenin bir çeşit gizem hâlesi ardında yıldızlarını ve kendi sistemini parlatması demek.

Bu arada ödülün ilk ve resmi adı Academy Award of Merit (Akademi Liyakat Ödülü) iken 30’ların başlarında Oscar diye anılmaya başladı. MGM’nin baş sanat direktörü Cedric Gibbons’ın (ki kendisi de 11 kez Oscar almış.) ‘film makarası üzerinde elinde kılıç taşıyan bir şövalye’ olarak tasarladığı ve bugünkü şekline heykeltraş George Stanley tarafından getirilen 34 santim boyunda ve 3,5 kg ağırlığında heykelin yeni adı, en bilinen hikâyeye göre Akademi sekreteri Margaret Herrick’in ödülü amcası Oscar’a benzettiğini duyan bir gazeteci tarafından yayılır. Bu amca benzetmesinin kendilerine ait olduğu aktarılan Bette Davis gibi ünlüler de var. Sonuçta heykelcik mutlaka bir amcaya benzetilmiş ve 1934’teki tören sırasında Hollywood köşe yazarı Sidney Skolsky de “Oscar Amca” tabirini literatüre sokmuş. Akademi ise Oscar adını ancak 1939’da resmi olarak kabul etmiş. Aslında şövalyeye pek benzemeyen heykelin yine de çok havalı durduğunu belirtmek gerek. Ödülü kazanan biri onu sıkıca tutup havaya kaldırdığında büyük bir zafer kazanmış edasına bürünüyor ister istemez.

Elbette ödül kabul konuşmaları da ses getiriyor. Canlı yayında ya da sonrasında mutlaka izlemişsinizdir, sahneye çıkıp ödülünü alan sanatçılar çok kez uzun bir teşekkür listesi okur gibi konuşur ve ne diyeceklerini bilemezler. Genelde espri yaparak heyecanlarını bastırmaya çalışırlar. Bu da bazen ilginç konuşmalara yol açar: Gwyneth Paltrow ve Halle Berry’nin aşırı duygusal hâlleri ya da Cuba Gooding Jr.’ın heyecanını abartılı hareketlerle dışavurduğu konuşması gibi. En talihsiz konuşmalardan biri de 1984’te ödülü alan Sally Field’in “Beni seviyorsunuz, beni seviyorsunuz!” diye coşması olarak gösteriliyor. İlk yıllarda süre sınırı da olmayınca konuşmalar uzadıkça uzar. 1943’te Mrs. Miniver filmiyle ödülü kazanan Greer Garson’ın 5 buçuk dakika süren konuşması (Guiennes rekorlar kitabına da girerek) akademiyi süreyi 45 saniye ile sınırlamaya iter. Peki az konuşan yok mu? Sayıca epey az ama var. Oscar tarihinde, en kısa süren konuşma 1962’de Miracle Worker filmi ile ödül kazanan Patty Duke’ünkü olur. Oyuncu ödülünü alıp sadece “Teşekkür ederim” demiş.

Oscar’ın bunca meraklısına rağmen sevmeyeni ya da kayıtsız kalanı da çok. Bunlar arasında çok ünlü oyuncular da var. 90 yıllık tarihi boyunca, törene katılamadığı için ödülü alamayanlar dışarıda tutulursa ödülü reddetmiş üç özel isim bulunuyor: 1935’te The Informer ile en iyi senaryo ödülü kazanan muhabir Dudley Nichols, o sırada sürmekte olan yazarlar/senaristler grevine destek olmak amacıyla ödülü reddetmişti. Oscar’ı bir “et geçidi”ne benzeten George C. Scott ise 1970’te Patton ile en iyi erkek oyuncu ödülünü kazandı. Öncesinde akademiye kazanırsa ödülü kabul etmeyeceğini iletmişti ve taviz vermedi. Üçüncü özel isim dünyaca ünlü Marlon Brando 1973’te Baba ile kazandığı ödülü alması için kendisi yerine Kızılderili kökenli bir sinema oyuncusu Sacheen Littlefeather’ı göndermişti. Amacı ABD’nin Kızılderili katliamını protesto etmekti ve büyük ses getirdi. Ayrıca törene hiç katılmayan Woody Allen gibi sanatçılar da bulunuyor. Tören akşamı New York’ta bir barda saksafon çaldığı söylenen Allen ödülle ilgili şöyle demişti: “Ödüllerin tüm konsepti saçma. Başka insanların ölçütlerine katılamam çünkü sizi layık gördüklerinde ödülü kabul ederseniz ödülü hak etmediğinizi düşündükleri zaman da bunu kabul etmeniz gerekiyor.” Yönetmene hak vermek gerek.

Oscarların zaman zaman politik söylemlere malzeme olduğunu da atlamayalım. Bizzat akademi üyelerinin tartışmalı bir liberal politik zemin üzerinde durduğunu az çok biliyoruz. Ödül tarihi boyunca kazanan filmlerin, dünya gerçeklerinden uzak, küresel Amerikan idealizminin çıkarları doğrultusunda belirlendiğini söylemek çok da yanlış olmaz. Zaman zaman toplumsal durum gereği sürprizler yaşansa da bu ödül töreni aslında bir ülkenin kendi mitolojisine yaptığı kocaman bir katkı. Yine de beyaz Anglosakson Protestan kimliği dışında özellikle Afro-amerikalı farklı etnik kökenlere ve son dönemde LGBTi konulu yapımlara da yer vermeleri “politik doğrucu” tavırlarının muhalif kanatların ağzına bir parmak bal çalması gibi. Kimi zaman Diriliş ile ödül alan Leonardo DiCaprio gibi isimler siyasi-çevreci söylemler üretse de ödül alanların protest-politik konuşmalar yapması pek hoş karşılanmıyor. Bu yılın Altın Küre Ödül töreninde “Gerçeklerden uzak bir ödülü alın ve gidin işte, mesaj vermek sizin neyinize” minvalinde konuşan Ricky Gervais’in ironik ve sert sözlerini anımsayabiliriz.

Oscar ödülleri garip olaylara da daima sahne oluyor: En son 2017’de set arkası çalışanlarının hatası yüzünden La La Land’in en iyi film ödülünü kazandığı açıklanmıştı (oysa ödülü Moonlight kazanmıştı.) Bu fiyaskonun yaşandığı salonda başka neler olmadı ki? 1974’te Elisabeth Taylor en iyi film ödülünü sunmak isterken salonda gay hakları savunucusu Robert Opel’in çırılçıplak koşması, İtalyan aktör Roberto Beningni’nin 1999’da yabancı dilde en iyi film ödülünü kazanınca koltuklara basarak çılgınca sahneye gelmesi, 85. Akademi ödüllerinde sunucu Seth McFarlane’in rolü gereği soyunan kadın oyunculara hitaben söylediği cinsiyetçi şarkının pek çok oyuncuya rahatsızlık vermesi, 2003’te Piyanist ile en iyi erkek oyuncu ödülü kazanan Adrian Brody’nin sahneye çıkar çıkmaz Halle Berry’yi öpmesi, 83. Ödül töreninde Anne Hathaway ve James Franco’nun başarısız sunuculuk performansı, 2014’teki törende sunucu Ellen deGeneres’in ünlü oyuncularla sahnede ‘selfie’ çekmesi, 2013’te En iyi kadın oyuncu ödülü alan Jennifer Lawrence’ın sahneye çıkarken dengesini kaybedip düşmesi sadece birkaçı.

Kırmızı halı şatafatının ve tüm gösterişinin yarattığı heyulanın arkasında ödüllerin sinema sanatına dair bir heyecan da yaratmadığını söylersek abartmış oluruz. Dünya sinemasının en önemli isimlerini törende izlemek, beğendiğimiz filmleriyle ödül almalarına tanık olmak yine de keyifli bir deneyim. Ödülleri kazanan isimlerle ilgili istatistiklere kısaca bakalım:

Bugüne kadar en çok dalda ödül kazanan üç film var: Ben Hur (1959), Titanic (1997) ve Yüzüklerin Efendisi: Kralın Dönüşü (2003) tam 11 dalda ödül kazandı. En iyi kadın oyuncu ödülünü en çok kazanan isim Katharine Hepburn (4 kez) ve en iyi erkek oyuncu ödülünü en çok Daniel Day Lewis (3 kez) kazandı. Kadın oyuncu ödüllerine en çok aday olan isim Merly Streep (21 adaylık); erkek oyuncularda ise Jack Nicholson (12 adaylık) önde. En iyi yönetmen ödülünü en çok kazanan John Ford (4 kez). En çok ödül kazanan isim ise Walt Disney (26 kez).

Türk sinemasının henüz törenlerde bir ödülü yok. Kültür Bakanlığı her yıl şansını deniyor. Üstelik bazen hiç olmayacak filmlerle. Ama en önemli yönetmenlerimizden Nuri Bilge Ceylan’la bile henüz “en iyi yabancı film” adayları arasına giremedik. Yine de bizi teselli edecek bir film var: 1990 yapımı Umuda Yolculuk, Türkiye’de başlayıp İsviçre’de sonlanan göç hikâyesiyle 1991 ödül töreninde “en iyi yabancı film” seçilmişti. Senaryosu Feride Çiçekoğlu’na ait olan yapımda Nur Sürer, Necmettin Çobanoğlu gibi Türk oyuncularla kurulu bir kadro olmasına rağmen film İsviçre-Fransa ortak yapımı olduğu için törende İsviçre’yi temsil etmişti. Darısı bizim yönetmenlerin başına diyelim.

 


%d blogcu bunu beğendi: